Korkunun pençesinde!

Yaşam çemberimizin giderek daraldığının, korkularımıza her geçen gün yenilerinin eklendiğinin farkında mısınız? Değilseniz veya olmadığınızı sanıyorsanız bile şunu bilin ki şuuraltınız farkında.

Haberin Devamı

Yaşam çemberimizin giderek daraldığının, korkularımıza her geçen gün yenilerinin eklendiğinin farkında mısınız?
Değilseniz veya olmadığınızı sanıyorsanız bile şunu bilin ki şuuraltınız farkında. Orada korkular, endişeler sıra sıra dizilmiş bekleşiyorlar. Maalesef, moralini düzgün tutmak için en fazla direnenlerimiz, optimist tavrını bozmamaya ümidini kaybetmemeye en çok çalışanlarımız için bile durum farklı değil. Çünkü gerçek şu ki ne kadar zorlarsanız zorlayın insan psikolojisi olaylardan üç aşağı, beş yukarı benzer şekilde etkileniyor. Kendini soyutlayamıyor.
Mutsuz sirk palyaçoları da (mesleklerinin gereği olarak) güldürüyor ama sonra herkes gibi ağlıyor.
Bizim Türk insanının korkularına bakın;
* Paranı tut (varsa eğer) harcama yeni bir ekonomik kriz gelebilir. O olmazsa savaş nedeniyle ekonomi altüst olabilir.
* Kapalı yerlere mümkün olduğunca az git, deprem veya beklenmedik bir başka olay çıkabilir. Hiçbir şey olmasa, kapalı veya açık her yerde keyif için atılan bir kurşun bile seni bulabilir.
* Trafiğe mümkün olduğunca az karış, sen dikkat etsen de her an dikkatsiz bir sürücü nedeniyle başına bir kaza gelebilir.
* İnsanlarla ve bazı siyasilerle konuşma. Beklenmedik bir anda kafası bozulup sana silah çekebilir.
* Hele uçağa, hele yurt içinde sakın binme. Havaalanları yetersiz. Üstelik 10 tanesi dışında hiç birinde en önemli alet olan ILS sistemi bulunmuyor.
* Refah ve huzurunu sağlaması için seçtiğin yönetimlere güvenme. Onlar sadece kendi refah ve huzurlarını düşünüyor olabilir (yüzde doksan ihtimalle).
* İçtiğin suya, yediğin sebzeye, ete, peynire, zeytine, baharata, sirkeye güvenme. Mikroplu, hormonlu, boyalı, asitli olabilir (öyle bir durumda ki ancak kendi bahçende yetiştirip, kendi laboratuvarını kurarak üretirsen garantidesin.)
Korkuyu bırakın, kâbus gibi kâbus. Yani gerçekten biz çok sağlam psikolojili bir milletmişiz ki bütün bu sıkıntılara aylarca, yıllarca ses çıkarmadan dayanıyoruz.
Üstelik bunun yanında TV ve gazetelerimizdeki haberleri de sindiriyoruz.

Duble yolu bırak, havaalanına bak
Söyleyin bana artık hangi cesur yürek korkusuzca yurtiçinde bir şehirden diğerine uçabilir (50 yılda dış hatlarda sadece 2 kaza olmuş oysa sadece 1974'ten bu yana, 29 yılda iç hatlarda 8 kaza)
Ve şimdi öğreniyoruz ki havaalanlarının hemen hepsinin donanımı eksik. Tamamında "frenleme ölçümü" nün olmadığı görünüyor. Bu ne demek ola ki?
Yani uçakların, ölçüm hatası nedeniyle "kule"ye filân toslaması da mı mümkün yoksa?
Şimdi hükümetin neden duble yol diye tutturduğu anlaşılıyor. Artık uçamayacağımıza göre arabaya kuvvet, karayollarına takılacağız mecburen demek ki... Beyler, olup bitenleri kağıttan okuyan sayın Ulaştırma Bakanı ve diğerleri... Şaka götürür hali yok işin. İktidara geldiğiniz dakika partinize para akıtma, taraftar güçlendirme hevesiyle katrilyonlarımızı havaya savuramazsınız. Bütün itirazlara kulak tıkayarak baskı rejimlerinde olduğu gibi kafanızın dikine gidemezsiniz.
Öncelikleri göz önüne almak, kararlarınızın nedenini sefaletin ve korkunun pençesindeki halka açıklamak zorundasınız.
Demokrasi budur, sizin kâğıt üzerine alt alta sıraladığınız "uyum" maddeleri değil!

Muhtıralar ve hoşgörü
Dünkü yazısında Genelkurmay Başkanı'nın Basın Kokteyl'inde yaptığı konuşmanın sadece iktidarı değil, basının kendisini de uyarma amacı taşıdığını yazmıştı Bekir Coşkun. Tamamen aynı fikirdeyim.
Birkaç "başlı" hükümetin her kafadan ayrı bir ses çıkararak önce her fırsatta devletin sivil ve askeri kurumlarına kendine özgü, tabanının isteklerine yönelik mesajlar göndermesi, sonra da dönüp "ordumuzu yıpratmamalıyız" gibi toparlama sözcükleri sarfetmesi sonucunda böyle bir uyarının onlara gelebileceği beklenmeyen bir durum değildi.
Yani önce bir takım zamansız tartışmaları, konuşmaları zaten böylesine sorunlu bir ortamda dile getirip ardından "Aman, aman bir tatsızlık çıkmasın da" havasına girmek yutulmayabiliyor.
Bu arada belirteyim ben de Genelkurmay'ın Kokteyl'ine davetli olmama rağmen soğuk algınlığım nedeniyle katılamadım, onun için de Sayın Özkök'ün konuşmasını TV'lerden izledim. Belki orada olsam ne yapar eder, ona şu soruyu sorardım (en azından -eğer, fırsat bulursam- ikili bir konuşmada):
Ordunun, sözle bile olsa, kritik şartlar altında bile olsa demokratik bir ülkede (eğer demokratikse) bu sıklıkta uyarı yapması doğru mudur? Ve bu uyarılar, irtica tehlikesi hep orada biryerlerde durduğuna göre sonsuza kadar sürecek mi?
Zira biz artık alıştık da diğer ülkeler olaya bizim gözümüzle bakamıyorlar.
Öte yandan ordu sesini çıkarmazsa ülkeyi yönetenler de kuralları, Anayasayı, huzuru gözetmiyorlar. Ne olacak bu işin sonu? Bir başka çözüm olmalı mutlaka.
Gelelim basına verilen mesaja. Bence de öyle çünkü basının da, daha doğrusu basının bazı üyelerinin de kendi çıkarları uğruna olayları istedikleri yönde manipüle etmeleri, ülke çıkarlarını gözetmeden siyasetçilerin veya partilerin reklâm aracı haline gelmeleri büyük zarar veriyor.
Hele de herkesin ve en çok da basının azami dikkati ve özeni göstermesi gereken bir zaman sürecinden geçerken...

DİĞER YENİ YAZILAR