Yandaş medyanın ekmeğine yağ sürmek!

Haberin Devamı

Gazetecilik mesleğinde gördüklerimin, yaşadıklarımın çoğunu bugüne kadar yazmadım ama bazen zamanının geldiğini de yoğun şekilde hissediyorum.

Dün Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun’un ayrıldıkları basın grubu başta olmak üzere tüm medyayı, tüm yazarları, gazetecileri genelleyerek (‘bir kesimi’ gibi ayırmalara gerek bile duymadan) yaptıkları hakaret sayılacak açıklamaları eleştirmem okurlarımızı üzmüş. Bunu görüyorum ama ben Çölaşan ve Coşkun’un yazılarını ya da tüm konuşmalarını değil, ayrıldıktan sonra yaptıkları “bazı açıklamalarını” eleştirdim. Özellikle Emin Çölaşan’ın öfkesine yenilerek birçok meslektaşına da haksızlık ettiğini, konuşurken “kendinden başka herkese ağzına geleni söylediğini”, bunun da çok yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. Ki bunda haksız olmadığımı Akşam gazetesindeki röportajının dünkü bölümünü okuyunca da bir kez daha anladım.

Okurlarımızın çoğu; Şahin Akçap’ın ‘e-posta’sında yazdığı “Sayın Ruhat Mengi, bu ülkede birkaç namuslu ve cesur kalemsiniz, ne olur birbirinizi kırmayın, üzmeyin. Sizi birbirinize düşürmek isteyen cumhuriyet düşmanlarının ekmeğine yağ sürmeyin” benzeri veya internet yorumlarındaki: “Zaten bir avuç memleket seversiniz. Bir de birbirinize düşerseniz vay halimize”, “Siz ve yazınıza konu olan yazarlar bizler için gerçekten değerli, aydın kabul ettiğimiz insanlarsınız. Sizlerin bu şekilde karşı karşıya getirilmesine üzüldüm. Siz bir ailesiniz, dostsunuz...”, “Yandaş medyanın kızarmış ekmeğine yağ, bal sürdünüz” gibi tepkiler göstermişler.

Oysa bu -gerçekten de taraflı, yandaş medyanın fırsat bulmuş gibi üstüne atlayarak ve tabii yine evirip çevirip gerçeği saptırarak kullanacağını tahmin etmekle birlikte- asla birbirine düşmek filan değil. Alâkası yok...

Ama nasıl ki cumhurbaşkanlarını, başbakanları her dönemde özgürce eleştirmişsek meslektaşlarımızı da eleştirebilmeliyiz. Yoksa yanılıyor muyum? Yoksa bazıları doğru-yanlış her şeyi söyleyebilmeli ve geriye kalanlar da (nasılsa siyasi görüşlerimiz benziyor diyerek) susmalı mı? Benzer görüşte olmak birbirlerinin hatalarını da örtmeyi içermeli mi?

“İŞİMİ SEVİYORUM”

Örneğin Çölaşan’ın (dün) söylemeyi sürdürdüğü “Basın Türkiye’de yozlaşmış. Teşvikiye barlarından en lüks yaşamlar üzerinden birbirleriyle kavga ediyorlar (...) Çünkü yazacakları bir şey yok. Eleştirmekten, iktidarın üstüne gitmekten korkarlar. Bunu iktidara angaje basın için söylemiyorum (...) Bu basın yapısıyla Türkiye çöküntüye gidiyor... Binlerce gazeteci arasında bir anket yapılsın, söylediğim aynen çıkacaktır. Son yıllarda mutlu olan bir gazeteci, ‘arkadaş ben işimi çok iyi yapıyorum, çok seviyorum’ diyen, haberleri çöpe gitmeyen, yazıları sansür edilmeyen bir gazeteci hemen hiç tanımadım. Bunu muhabirlere söyleseniz doğrularlar ama köşe yazarları burunlarından kıl aldırmayacak ve yalanlayacaktır” sözlerine susmalı ve kabul mü etmeliyim?

Hani “daha çok iktidara angaje basın için söylüyorum” dese tamam, onlarda yıllardır tek bir siyasi eleştiri görülmedi, görülmüyor, haklıdır. Ama öte yanda en ağır baskılara karşı “bağımsızlık, özgürlük” mücadelesi veren, daha önceki iktidarların dönemlerinde olduğu gibi gerekli her eleştiriyi yapan (ki ayrıldığı güne kadar Bekir Coşkun da yapmıştır) gazete ve gazeteciler bu sözleri hak ediyor mu? Bütün yazılar sansür edilseydi bugüne kadar yazılanlar, ekranlarda konuşulanlar neydi, nasıl oluyordu? Bütün o “bu gazeteleri almayın” şeklindeki boykot çağrılarının, tarihte benzeri görülmemiş “rekor düzeydeki vergi cezalarının” sebebi neydi?

“AFET” HALİNDEYİZ!

Hepsi bu kadar da değil, arkasından “bu grubun yazarlarının ‘birkaç tanesi dışında’ araziye uymayı iyi bildiğini (...) İlke, inanç, gazetecilik ahlâkı gibi özelliklerin birçok köşe yazarının gözünde arka planda” olduğunu da söylüyor. “ Böyleleri de var” dese tamam ama “birkaç tanesi dışında” gibi bir genellemeyi yapabiliyorsa gelecek tepkiye de razı olması gerekir.

Söylediklerinin aksine ‘arkadaş ben işimi seviyorum ve iyi yapıyorum’ diyen ilkeli, meslek etiğine bağlı, bunları her şeyden daha ön planda tutan çok gazeteci olduğuna inanıyorum ben...

Görüşlerini yazan okurlarımız arasında “Baskı illa da doğrudan olmaz, manevi baskı diye bir olgu yok mudur? Örneğin bağlı olduğu gruba verilen vergi cezası, 10 kişilik basın andıçı?... Yazarlar üzerinde baskı değilse nedir” diyenler de var ki işte asıl gerçek budur... (Çölaşan’ın bu soruya verdiği cevap da ilginç!)

Şu anda normal şartlarda değil “afet” durumundayız. Peki örneğin; deprem veya sel felaketi içindeyken normal şartlardaki “yaşam imkânlarını” bekleyebilir misiniz? Hele de deprem sadece sizin binayı yıkacak gibi kökünden sallıyorsa?

Ben İstanbul’da ‘ilk bebeğimin beşikte olduğu sırada’ böyle bir deprem yaşadım. Mutfak penceremden yanımdaki binanın bir kaybolup bir ortaya çıktığını gördüğüm anda bebeğimi kaptığım gibi merdivenleri 5’er 5’er atlayarak can havliyle kendimi sokağa attım.

Gözüm de kimseyi görmedi.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

DİĞER YENİ YAZILAR