Aşk ve dayak!

Kızsam da dayanamayıp bir yandan gülüyorum onun yazılarına, elimde değil. İşin acı tarafı da bu zaten, gülünce, anlattığı konularla ilgili olarak “güleriz biz ağlanacak halimize” durumu ortaya çıkıyor

Haberin Devamı

Kızsam da dayanamayıp bir yandan gülüyorum onun yazılarına, elimde değil. İşin acı tarafı da bu zaten, gülünce, anlattığı konularla ilgili olarak “güleriz biz ağlanacak halimize” durumu ortaya çıkıyor. (Bu “kızıp aynı anda gülme” durumum yalnızca Selahattin Duman yazılarına özgü bir haldir.)

Selahattin Duman’ın kadınlara bir garezi yok elbette, hiç sanmıyorum. Bir gecede 40 kadınla dans ettiğini (yoksa daha mı fazlaydı?) gururla anlatan bir erkeğin “nisa taifesi” dediği kadınlara kastı olamaz.

Bazı yazılarıyla, örneğin Sevgililer Günü yazısı, erkekleri de fena halde kızdıran birinin hiç olamaz. Demek ki bir karşı cinse vuruyor, bir hemcinslerine...

Önce buradan başlayalım; Selahattin Duman Sevgililer Günü’nü pek hafife aldı; “ömür boyu aşk”ın mümkün olamayacağını, “bu günün erkeklere tuzak olduğunu” ve “erkeklerin sırf kadınları mutlu etmek için Sevgililer Günü’nü kutladığını” filân yazdı ya, işte o gün kıyamet koptu ama ben kimseye haber vermedim.

Erkek okurları (aynı mektupları kendisine de gönderdiler mi bilemem) onu bana şikayet ettiler. Hem de “Lütfen yazın, sakın unutmayın Ruhat Hanım, yoksa gelecek Sevgililer Günü’nde yine yazar” diyerek...

Başta İzmir’den yazılı ve sözlü tepki veren tanınmış bir sanayi yöneticisi (ve yazar) Şevki Figen geliyor. Şevki Figen uzun yıllar hayatını paylaştığı sevgili eşi Leyla Figen’i bir hastalık sonucu beklenmedik şekilde kaybettikten sonra bile (nur içinde yatsın, içi de dışı kadar güzel, çalışkan, üretken, kusursuz bir kadındı) ona olan aşkı hiç bitmemiş, hâlâ onunla yaşayan bir erkektir. Onları tanıyan herkes de bilir, hani onlara Leyla ile Şevki yerine “Leyla ile Mecnun” demek hiç yanlış olmazdı. İşte bu Şevki Figen, Duman’ın o Sevgililer Günü yazısına fena halde bozulanların ilkiydi.

Aşık erkeklerin bu özel günü çok da mutlulukla ve isteyerek kutladıklarını, aşkın ömür boyu (ve hatta taraflardan birinin kaybından sonra bile) sürebileceğini anlatırken sesi duygu yoğunluğuyla titriyordu.

Sevgililer Günü’nde bütün gün Leyla’sını anmış, ona şarkılar söylemişti ve Duman’ın bunları bilmesini istiyordu.

Sonra arkadan başka “aşık erkek” tepkileri geldi. “Ömür boyu aşk”a inananlardan...

Yaa işte böyle sevgili Selahattin Duman, demek ki o günü kutlamak erkeklerin hepsine, yani “seven” erkeklere azap gibi, tuzak gibi gelmiyor. Bunu bir köşeye not etmek lâzım.

***

Geçen Cuma günü yazdığı “Gültepe’de 950 kadınla yapılan” ve bu kadınların yüzde 7’sinin “dayağı hak ediyoruz” dediği, yüzde 30’unun ise “dayak esnasında araya girmenin şık olmayacağını” düşündüğü ankete gelince.

Doğrusu bu sonuç beni gerçekten yerimden zıplattı. Gerçi yıllardır bu tür sonuçlar zaman zaman çıkar ama 2007 yılında hâlâ aynı noktada kaldıklarını görüp de zıplamamak mümkün değil.

Şöyle bir açıklaması var tabii; bu zavallı kadınlar gözlerini açar açmaz baba evinde de aşağılama, hakaret, şiddet gördükleri için dayağın “kadının kaderi olduğuna” inanıyorlar.

Onlara göre erkek; en ufak bir hata halinde olanca hırsını karısından, kızından çıkarma hakkına sahiptir, nokta son.

Onlar dayağın “yaşamın doğal bir parçası olduğunu” peşinen kabullenmişlerdir. Hiç değilse yeni ceza kanununda aile içi şiddete ağır yaptırımlar getirildiğini bilmiş olsunlar (yazarken buna da gülüyorum ya... Cinayete ceza vermeyen yargı dayağa mı verecek?)

Bu kez de Selahattin Duman gülecek ama; ne diyeyim, galiba bize yapacak tek şey kalıyor; beddua etmek... Her türlü şiddete başvuranın elleri kırılsın, boyu devrilsin inşallah!

*****

Yaşam nasıl başlamış?
İstanbul Belediyesi “Yeryüzünde yaşam nasıl başladı” sorusuna cevap arıyormuş. Bu sorunun cevabıyla uğraşacaklarına “yakın gelecekte İstanbul’lu vatandaşların yaşamını toplu şekilde yitirmemesini nasıl sağlayabiliriz” sorusuna cevap arasalar çok daha iyi olur.

Malûm, büyük bir deprem beklenen şehirde belediyelerin sağlam raporu verdikleri binalar durup dururken çöküyor, insanlar ölüyor.

Bir de depremi düşünün

maazallah! Bu durumda “yaşam nasıl sürecek”i daha çok merak etmek gerekmez mi?

(Not: Buraya, durup dururken kalorifer kazanı patlayan ve öğrencileri ölen okulları da ilâve edebilirler. BU KAZA(!)lar belediye başkanlarının gezip görmeye gittikleri Paris’te, Londra’da neden olmuyor da hep Türkiye’de oluyor acaba, o soruyu da ekleyebiliriz.)

***

Ödül gibi ceza!
Şu yılbaşı gecesi cinayetini kapatmalarına izin vermemek lâzım. İyi bir üniversitenin mühendislik

bölümü öğrencisi 20 yaşındaki pırıl pırıl, yakışıklı, akıllı bir genci (Adem Doğan) öldüren maganda “silahım yere düştü, ateş aldı” diyerek

3 yılla kurtulacak.

Oysa böyle bir hikâyeye çocuklar bile inanmaz. Ne demek “Tehlikeli bir grubun geldiğini gördüm, namluya mermiyi sürdüm”?

Eğlence gecesinde böyle mazeret mi olur?

Elinde silah ne arıyor?

Ya cezayı mümkün olduğunca indirmek için öne sürülen “Adem’i tanımıyordu, neden öldürsün” mazereti ve bu nedenle “kazara adam öldürmek”ten yargılanması ne demek?

Cezayı “ödül gibi” verirseniz masum insanları zevk için öldüren katillere nasıl engel olacaksınız ey hakimler?

DİĞER YENİ YAZILAR