Namuslu bir Ankara gazetecisinin, sayfalarda saklanan ölümü...

Milliyet gazetesinin Ankara bürosuna ilk adım attığım gün 1981 yılının Nisan ayıydı...

Henüz bir yıllık gazeteciydim ve Milliyet gazetesinde kadrosuz telifli olarak çalışmaya başlayacaktım...

***

Sağlı sollu odalara açılan uzun bir koridordu Milliyet’in Ankara Bürosu...

Namuslu bir Ankara gazetecisinin, sayfalarda saklanan ölümü...

Ünlü ve büyük gazeteciler çalışırdı Milliyet gazetesinde o gün de...

Örsan Öymen, İlhami Soysal, Teoman Erel, Cüneyt Arcayürek; Emin Çölaşan, Mümtaz Soysal, Orhan Duru; bu isimlerden sadece ismi kamuoyunda çok bilinen birkaçının adıydı...

***

21 yaşında; üniversite üçüncü sınıftaydım ve gazeteye her gün tedirginlik dolu bir heyecanla giderdim...

Büronun en küçüğü bendim...

Bir futbol takımının en küçüğü olmak ne demekse, bir gazete bürosunda yaşça en küçük olmak da o demekti...

***

Başka gazetelerle haber atlama ve atlatma rekabetinden, doğru düzgün haber yakalayamama stresinden, hepsi benden büyük olan gazetecilerden olur olmaz fırça yeme telaşından, gittikçe gerilir, avuçlarımın içi terler, çölün ortasında kalmış genç bir gazeteci olarak kendime uygun bir vaha arardım...

Haberin Devamı

***

Koridorun sonundaki oda; benim aradığım ‘vaha’ydı...

Spor servisi orada bulunurdu...

Ortaokulun başından beri, evde ne zaman gerilsem, canım sıkılsa, ders çalış teraneleri artsa, ‘gazetelerin spor sayfalarına gömüldüğümden’, gazete de aynı psikolojik ezberle, gerginlik anında kapağı spor servisine atıyordum...

***

Spor servisinin başında; güleryüzlü, deli dolu, ‘dürüstlüğü nam salmış’, kalender, çelebi, aynı zamanda ‘deli’ denecek kadar mücadeleci; aklına yatmayana karşı delice mücadeleye girecek kadar namuslu bir gazeteci vardı...

Devrim Sağıroğlu...

Ankara’nın en ünlü spor yazarlarını o yönetirdi...

***

Yüzündeki sevgi dolu bakış, gözlerinin içindeki gülümseyiş ve insani kavrayış, beni sımsıcak bir sevgi yumağının içinde hissettirirdi...

Devrim Sağıroğlu sondaki odanın köşesindeki yerinde hep orada olsun isterdim...

Bazı günler odaya girdiğimde o odada yoksa, derin bir yalnızlık çekerdim...

Sanki odanın neşesi, keyfi, sıcaklığı, sevecenliği oydu...

Oda onun varlığıyla ısınırdı...

Haberin Devamı

***

3.5 yıl o büroda gazeteciliği öğrendim...

24 yaşında Milliyet’in Atina bürosuna ‘şef’ olarak gönderilirken; arkamda bıraktığım büronun, kalbimde yer eden en sıcak ismi Devrim Sağıroğlu’ydu...

Beraber çalışmamıştık...

Aynı büroda aynı gazetenin kaderini paylaşmıştık sadece...

Onun; gözlerinin içi gülen o sevecen gülüşünün, hayatımın en önemli tebessümlerinden biri olacağını o günlerde bilmiyordum...

***

Çok uzun yıllar sonra, ona telefon açıp konuşmaya başladığımda; kendisini ne kadar çok sevmiş olduğumu, hayatımın ilk gazetecilik yıllarında ne büyük bir sevgi boşluğunu doldurduğunu, nasıl bir anlayış abidesi olduğunu fark etmiştim...

*****

“ANKARA’DA SENİ SİLERLER; İSTANBUL’A GİT; ORADA TUTUNMAYA BAK ÇOCUK...”

Babamın üniversitedeki görevi Ankara’daydı...

Gazeteciliğe başkentte başlamıştım...

Zaten; hükümet, siyaset, diplomasi, Yargıtay, Danıştay; Anayasa Mahkemesi, parti merkezleri, Ankara’da konuşlandığından, aldığım eğitimin vazgeçilmez ilk durağı başkent olacaktı...

Haberin Devamı

***

Ankara’da gazetecilik yapmaktan mutluydum...

Oysa büronun sağdaki en sondaki odasının, en uzak köşesinde oturan adam, beni her gördüğünde;

-“Oğlum bırak buraları... Bu gazetecilik denilen mesleğin parsasını toplayacağın yer; Ankara değil İstanbul’dur...

Suyun başı orasıdır...

Burada yazık olur gazeteciliğine...

Oraya git, orada yıldız olursun... Star olursun... İsmin iri puntolarla, artistik fotoğrafınla yer alır... Buralarda kendini gösteremezsin... Parlatmazlar adamı buralarda... İsmin yok olur gider...”

***

Bunu öyle bir şevkle, öyle bir heyecanla öyle bir inanmışlığın verdiği belagatla söylerdi ki, Devrim Abi sırf bunu söylesin diye onu fişteklerdim...

Bana bunları söylerken; kendi çektiklerini, kendi yaşadıklarını anlatıyordu aslında...

Çok iyi bir “kalem”i vardı...

Büro şefi olduğu için az yazardı...

Ama yazdıkları cuk diye otururdu...

***

Niye İstanbul’a gitmediğini sorardım...

Öyle ya; bana anlattıklarını niye kendisi yapmazdı...

Üstelik o spor yazarıydı...

Onun için üç büyüklerin olduğu İstanbul daha da merkezi önemdeydi...

Haberin Devamı

-“Bizi yaşatmazlar İstanbul’da...” derdi...

-“O Bab-ı Ali tarlasında bizi yaşatmazlar evlat...”

*****

45 YILLIK GAZETECİNİN ÖLÜMÜNÜ BİLE SAYFALARINDA GİZLEDİLER!

Ankara’dan Atina’ya göndermişti gazete beni...

Üç ay kadar da İstanbul’da çalıştırmışlar, kendi deyimleriyle beni pişirip Atina’ya göndermişlerdi...

Yedi yıl Atina’da görev yaptıktan sonra; tam onuncu yılımda Milliyet gazetesinden ayrıldım...

1981 Nisan’ında girmiştim Milliyet’e;

1991 Mayıs’ında gazeteden ayrıldım...

İstanbul’da iş görüşmeleri yaparken; bazı gazete ve haber dergileri beni Ankara bürosunun başına geçirme teklifini sundular...

***

Büro şefliği makamının verdiği avantajların cazibesiyle bu teklifi kabul edeceğimi sanıyorlardı...

Bütün tekliflere hiç düşünmeden “hayır” dedim...

Ankara’da gazetecilik defterini kapatmıştım; yeniden dönmeyecektim...

***

Gözümün önünde; Devrim Abi’nin gülümseyen yüzüyle bana verdiği öğüt hiç gitmiyordu...

-“Ankara’da seni bitirirler evlat... İstanbul’da ol... Orada tutunmaya bak...”

Yıllar sonra İstanbul’da; üzerinde tartışması bitmeyen tantanalı bir ismim ve aklıma gelmeyecek kadar cenderede bir gazetecilik hayatım olduğunda; gözümün önüne hep Devrim Sağıroğlu’nun içi gülen gözleri ve şehvetli bir belagatla söylediği sözleri gelirdi...

-“Ankara’da ismini yok ederler evlat... Sen ismini kuyu kazar gibi kazıyacaksın bu meslekte... İstanbul’da tutunmaya bak...”

***

Bunu düşündükçe içime bir huzur gelir, cendereden kurtulmuş gibi sevinir, ferahlardım...

“Beni yok etmeye çalışanlara karşı” İstanbul’da tutunabilmeye çalışan bir Ankara gazetecisi olmanın verdiği mutlulukla, Devrim Abi’yi hatırlar; gülümserdim...

O gazeteler ve Devrim Abi’nin Bab-ı Ali basını dediği İstanbul medyası onun ölümünü bile dostlarından, sevenlerinden ve okuyucularından gizledi...

Sayfalarını, 45 yıllık bir meslek büyüğüne cömertçe açmaktan imtina etti...

Ben; ancak iki gün sonra bir dostumun attığı mesajdan Devrim Abi’nin öldüğünü öğrendim...

Onu 45 yıl meslekte “yok” farz etmekle kalmamışlar, ölümünü bile “mümkün olduğunca küçülterek vermişlerdi sayfalarında...”

***

Şimdi; “Biz öyle yapmadık” diyeceklerdir...

Neler yaptıklarını, hangi sayfadan, kaç sütuna girdiklerini söylemeye kalkacaklardır...

Ama ben biliyorum...

Devrim Abi tıpkı benim düşündüğüm gibi düşünüyor...

-“Ankara’da senin ismini yok ederler evlat... İstanbul’da tutunmaya bak...”

DİĞER YENİ YAZILAR