Gazeteciliğe başladığım o gün...

Bugün Ulusal Basın Ajansı’nda (UBA) gazeteciliğe full-time başladığım günün 35. yıldönümü... 1 Mart 1980 günü; Ulusal Basın Ajansı resmen yayın hayatına başlıyor...

Ajansın ilk kadrosunda, Erdoğan Örtülü yönetiminde, Ankara’nın iyi gazetecileri ile acar muhabirlerinin bulunduğu kıdemli ekibin yanında, beş okullu arkadaşımla beraber ben de “siyaset ve diplomasi muhabiri” olarak gazetecilik hayatına başlıyorum...

Full-time çalışan stajyer konumundayım...

Parasız, pulsuz, maaşsız, yol parasız, yemesiz, içmesiz, günde 12-14 saat arası bir mesai bekliyor beni...

***

12 Eylül darbesinin gizli gizli tezgahlandığını bilmiyorum o sırada...

Meclis; kilitleniyor...

Bir yerlerden basılan düğmeyle bir yıldan fazla süre Türkiye’ye Cumhurbaşkanı seçilemiyor...

Türkiye demokrasisinin Cumhurbaşkanı olmuyor...

Bu korkunç durumun; birkaç ay sonra yapılacak askeri darbenin “zemin çalışması” olduğunu bilmiyoruz...

***

Abdi İpekçi çok ünlü bir gazeteci, yazar ve Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni...

Cumhuriyet Halk Partisi ve Adalet Partisi’ni geniş tabanlı bir koalisyonda birleştirebilecek, tek gazeteci...

Haberin Devamı

Aniden öldürülüveriyor...

Bunun da 12 Eylül darbesinin, uzlaştırıcı güçleri yok eden, askeri darbe dışı bütün ihtimalleri ortadan kaldıran bir zemin çalışması olduğunun farkında değiliz henüz...

***

O sırada Mülkiye’de Gazetecilik okulunda okuyorum...

Sağ sol kavgasında her gün arkadaşlarım ölüyor, yaralanıyor, içeri tıkılıyorlar... Herkes vatanı kurtarmaya çalıştığını söylüyor...

Ancak aynı silahlardan çıkan kurşunlarla hem sağdan hem soldan; 78 gençlik kuşağı ölümlere yollanıyor...

Bir kuşağın baştan sona yok edilmesinin de gizli bir askeri darbe projesi olduğunu fark edemiyoruz...

***

12 Mart’ın Başbakanı Nihat Erim bir suikastle öldürülüyor...

DİSK Başkanı Kemal Türkler de aynı günlerde suikaste kurban gidiyor...

Bir sağdan bir soldan etkili kişiler öldürülüyor;

DİSK Başkanı, 12 Mart Başbakanı gibi şahsiyetlerin çetelesi, “biri sağdan, biri soldan” şeklinde tutuluyor;

Bunun da gelecek darbenin gizli psikolojik zemin çalışması olduğu gizleniyor, anlaşılamıyor...

Haberin Devamı

***

Darbenin olacağını bilmiyorum...

Okulun ölüm saçan atmosferinden uzaklaşıp, “sadece gazeteci olarak” yaşamaya ve “mesleğimi öğrenmeye” çalışıyorum...

Hiç para almadan; günde 12-14 saat çalışmanın nedeni bu...

Usta bir gazeteci olacak, hayatı gazeteci ve yazar olarak yaşayacak; ülkeme yararlı olacağım...

Bunu düşünüyorum... Gazeteciliğe o kadar tutkuyla bağlıyım ki; kız arkadaşmış, aşkmış her şey o günlerde rafa kalkıyor...

12 EYLÜL SABAHI SAAT 06...
Full-time gazeteciliğe başladıktan altıbuçuk ay sonra; Ajansın gevrek konuşan teleksçisi sabah beşi çeyrek geçe telefonla evi arıyor...
Ev halkı ayağa kalkıyor...Annem telefona çıkıyor... Teleksçi arkadaş beni aradığını söylüyor...
Evde ilk kez, önemli bir olayda evin büyükleri değil; ben aranıyorum...
-“Gülüm...” diyor...
-“İhtilal oldu... Erdoğan abi, seni ajansa çağırıyor...”
Darbeyi düşünüyorum;
O arada Erdoğan Abi’nin ajansta toplanacak ilk kadroya beni çağırmasına aklım gidiyordu...
Demek ki, artık gerçek gazeteci oluyorum...
Ajansın genel müdürü, darbede ilk toplanacak gazeteci ekibinin içinde beni de görmek istiyor...
O özgüvenle; bana meraklı gözlerle bakan anneme ve babama dönüyorum:
-”İhtilal oldu da...” diyorum...
-”Benim ajansa gitmem gerekiyor... Bizim bugün çok işimiz olur...”
***
Sanki birkaç darbe, ihtilal geçirmiş bir gazeteci edasındayım...
O gün ilk kez; ailemin çok önemli bir ferdi haline geldiğimi hissediyorum...
Onlar hiçbir şeyi bilmiyorlar darbeyle ilgili...
Bense “çok önemliyim”; “ihtilal oluyor ve ajanstan onu izlemek için çağrılıyorum...”
21 yaşındayım...
“BANA KAHVE GETİR KÜÇÜK EKSELANS... SANA PAŞA KIZI ALACAĞIM...”
Ajansa gittiğimde, Erdoğan Örtülü’nün de kısa bir süre sonra geldiğini görüyorum...

Harıl harıl çalışıyor herkes...

Hava ağırmaya başlıyor...

Fakat ışıklar hala yanmaya devam ediyor...

Haberleri; bütün ajansları atlatarak ilk bizim geçtiğimizi söylüyor; yazı işleri müdürü Süha Örtülü...

*** İstanbul’da gazetelerdeki yazı işlerinden birileri onlara “Haberleri UBA’dan kullanıyoruz... İlk siz geçiyorsunuz...” diyor...

Ajansta bayram havası esiyor...

Keyfi yerine geliyor Erdoğan Örtülü’nün...

*** -”Bana bir kahve getir Küçük Ekselans...” diyor...

Ajansta bana “Küçük Ekselans” adını takıyorlar o sırada...

Kolej’liyim...

İngilizce, Fransızca biliyorum...

Ajansta; siyasetle birlikte “diplomasi” alanına bakıyorum...

*** Diplomatlar “ekselanslar” diye adlandırılıyorlar...

Ben de diplomasi muhabirliği yaptığım için bana da “Küçük Ekselans” adını takıyorlar...

Yılların dış politika muhabiri Mithat Sirmen’in yanında öğreniyorum mesleği...

Onun adı “Büyük Ekselans”; benim adım; “Küçük Ekselans...” *** -“Bana bir kahve getir Küçük Ekselans...” demesinin nedeni o Erdoğan Örtülü’nün...

-“Sana paşa kızı alacağım...” diyor, gevrek bir kahkaha atıyor...

Gazetecilik bir usta-çırak mesleği...

Gazetecilerin yazdığı kitaplarından, öyle okuyorum...

Büyük bir mutlulukla içeri geçiyorum... Çaycı Hasan Abi’ye durumu iletiyorum...

-“Erdoğan Abi kahve istiyor... Hazırla sen; ben götüreceğim...” *** Ankara Koleji, Cambridge dil okulu mezuniyeti, Paris’in bohem günleri; Siyasal Basın Yayın öğrenciliği, ailesinin özenle yetiştirilen tek çocuğu; Maaşsız çalıştığı ajans bürosunda, “kahveyi gazeteci ustasına götürmek için, çaycıya talimat veriyor...” Hayatında o güne kadar ne öz babasına, ne annesine kahve servis etmişliği var...

Ne ki o artık bir gazeteci!!! Ustasının çırağı...

Zevkle ve gururla kahvesini Erdoğan Abi’sine götürüyor... Türkiye 12 Eylül darbesiyle tanışırken, kahve getiren iki yabancı dilli genç stajyer muhabir, gazetecilikle tanışıyor...

35 yıl sonra, gülümseyerek hatırlayacağı, muhabirlik günleri böyle başlıyor...

Haberin Devamı

YAŞAR KEMAL’İN ÖLÜ YUNUS BALIĞI...
Yaşar Kemal’in vefatını öğrendiğimde, küçük potburiler halinde varolan anılarımı bulundukları yerden çıkarmaya girişmiyorum...
Yaşar Kemal’i en iyi anlayan kişinin, en yakın dostu Zülfü Livaneli olduğunu biliyorum...
***
Zülfü Livaneli Vatan gazetesinden benim köşe komşum...
Artık bu gazetede yazmıyor...
En yakın dostlarından birinin öldüğü gün; onun duygularını; eski gazetesinden aktarmanın, hem kendisine, hem büyük usta Yaşar Kemal’e, hem de VATAN gazetesinin değerli okuyucularına layık olduğunu düşünüyorum...
Bu değerli katkıya bir vesile olmayı görev biliyorum...
***
Zülfü Livaneli şöyle diyor, kırk yıllık dostu Yaşar Kemal için;
-”Yaşar Kemal bana edebiyatta, müzikte, resimde, hangi dalda olursa olsun oyun oynamamayı öğretti... Çünkü sanat bir oyun değildi...
***
Yaşar Kemal kırk yıldır hiç ayrılmadan sürdürdüğümüz abi-kardeş ilişkisinde, bana hayatının çeşitli dönemlerini anlatmıştır... Bu anılar içinde Arif Dino büyük bir yer tutar...
Osmanlı’nın ünlü Abidin Paşa’sının torunu Abidin Dino’nun ağabeyi Arif Dino; Adana’da tanıdığı Karacaoğlan şiirleri derleyen genç Yaşar Kemal’e büyük katkılarda bulundu...
***
Yaşar Kemal için hayatın denklemi çok yalındır...
Octavo Paz’ın “Ya Şiir, ya kaos...” dediği gibi, o da “ya roman, ya ölüm...” der...
Yıllar önce Stockholm’de bizim evde, o küçücük sürgün evinde otururken, bir şeyler konuşuyorduk...
Yaşar Kemal aniden ‘Eyvah’ diye ayağa fırladı...
Ne olduğunu anlayamadım...
Büyük bir felaket oldu diye korktum...
Sonradan öğrendim ki; o sırada yazmakta olduğu romanda bir çocuğun çok sevdiği ölü yunus balığını kumsala gömdüğünü yazmış...
Sonra da bu aklına gelince; “Ben nasıl böyle iğrenç bir şeyi yazarım” diye aklı başından gitmiş...
‘Beni eve götür’ demesi bundan... Onu düzeltecek vakit kaybetmeden...”

Haberin Devamı
DİĞER YENİ YAZILAR