Mesleğinde “en iyi” olmak için otuz yıl çocuk yapmayan gazeteci... “Whiplash” filminde hissettiklerim...

Hayatta bir işte “yıldız olmanın”, “star gibi parlamanın” yegane yolu, sevdiğiniz bir alanda deliler gibi çalışmak, kendinden hep daha fazlasını istemek, gerekirse yaşamın bütün temel ihtiyaçlarından fedakarlık etmekten geçer...

Daha 12 Eylül darbesinin olmadığı günlerde 20 yaşında hayatta tutunduğum tek “felsefe” bu Amerikan felsefesiydi...

***

Mesleğinde “en iyi” olmak için otuz yıl çocuk yapmayan gazeteci... “Whiplash” filminde hissettiklerim...

Deliler gibi çalışıyordum iyi bir gazeteci olmak için...

Sabah 9.30’dan, gece 24’e kadar haber peşinde ayak sürüyor, bir sezonda 22 dersten oluşan üniversite programını bitirebilmek, sınavları verebilmek için, izinli olduğum Cumartesi günleri ders çalışıyordum... Her gün gazeteye en az bir özel haber getirmeye çalışıyor; okulu ve sınavları vermeye çalışırken, aynı zamanda, en genci olduğum Milliyet gazetesinin Ankara bürosunda, ayak altında dolaşarak siyaset, adliye ve diplomasi muhabirliği yapıyordum...

***

Haftada dört gece nöbet koyuyorlardı bana... Sabah 9.30’dan gece 24’e kadar sürüyordu gazetedeki hayatım...

Tek izin günüm Cumartesi’ydi...

O gün de üniversitenin üçüncü ve dördüncü sınıflarında okuduğum 22’şer adet dersi çalışıyor, sınavlarından geçmeye uğraşıyordum...

Haberin Devamı

***

Bir Cumartesi sabahı 10.30 civarında evin telefonu çaldı...

Annem açtı telefonu; gazeteden aradıklarını söyledi... Ahizeyi elime aldım...

Telefonun öbür ucunda bürodan bir arkadaşım vardı...

-“Neredesin sen?..” dedi...

-“Evdeyim izinliyim bugün... Ders çalışıyorum...” dedim...

-“Şef seni görmeyince çok kızdı...” diye başladı...

-“Nerede bu çocuk diye bağırdı... Çalışmayacaksa hiç gelmesin dedi...”

***

Başımdan kaynar sular dökülmüştü...

Şef dediği rahmetli Orhan Tokatlı’ydı...

Neden böyle demişti, hangi amaçla demişti bilmiyorum...

Haftada dört gün; gece de dahil gazeteydim... Haftanın tek izin günüm Cumartesi’ydi... Evde ders çalışıyordum...

Ertesi günü Pazar’dı ve yine ben sabahtan geceye kadar nöbetçiydim...

***

Ancak bunları düşünecek zaman değildi...

-“Sen gel en iyisi gazeteye” dedi arkadaşım...

Dört adet kalın ders kitabıyla Cumartesi sabahı büroya gittiğimi hatırlıyorum...

Haberin Devamı

Kitapları masamın üzerine koydum...

Elimde hazır bekleyen iki özel haberim vardı... Pazar günü pek haber olmaz, o gün veririm diye düşünmüştüm...

***

Özel haberleri yazmaya başladım...

Kısa zamanda ikisini de şefin önüne uzattım... Siniri çoktan geçmiş; bana hiçbir şey olmamış gibi muamele etmeye başlamıştı... Büronun eskileri, o durumdan da faydalandılar ve izinli olduğum Cumartesi gününü sabahtan akşama çalıştığım yetmiyormuş gibi gece de bana nöbet olarak yazdılar...

Sesimi çıkartmadım...

Daha sabah saatlerinde işten atılıp, işe dönmüştüm...

***

Gazetecilik hayatımda bunun gibi yüzlerce olay yaşadım...

Deliler gibi çalışmak yetmiyor, “en iyi olabilmek için deliliğin de ötesine geçmek gerekiyordu...”

Show’da haber merkezini aldığım günlerin, başlarıydı...

Bir ay kadar olmuştu Show Haber’i arkadaşlarla yürüteli...

Aniden Susurluk kazası oldu...

Diğer televizyonların haber merkezleri eskiydi ve tecrübeliydi...

Biz kadroyu yeni kuruyorduk...

Onbeş gün bile olmamıştı bazı arkadaşlar işe başlayalı...

Haberin Devamı

Hafif geride kaldığımızı hissediyordum....

Ratinglerde, büyük bir kıpırdanma yaratamamıştık henüz ilk ayda...

***

Gece saat 22 sularıydı...

Dört haber müdürüyle oturmuş, ertesi günler için ne yapacağımızı konuşuyorduk...

Geride kalmış olmaya tahammül edemiyordum... Delirmiştim!..

Haber müdürlerine baktım...

Onlar benim kadar delirmiş görünmüyorlardı...

Olağanmış gibi bir tavır içindelerdi...

***

Hürriyet gazetesi binasının 9. katında çalışıyorduk...

Bina havaalanı yolunda bir gökdelendi...

Kalın ve açılmaz camla kaplıydı odalar...

Dört haber müdürü bana göre “çok sakin” bir tonda karşımda oturuyorlardı...

-“Eğer bu işi yapamayacaksak; diğer haber merkezlerinin önüne geçemeyeceksek, buradan kalkar şu odamın camını kafamla kırar, kendimi aşağı atarım...” dedim...

-“Sizi de kendimle beraber...

Yapamayacaksak hep beraber intihar edelim daha iyi...”

***

Whiplash filmine girdiğimde; “kendi geçmişimi görüp, gözümden yaş akacak kadar” dramatik bir filmle karşılaşacağımı tahmin etmiyordum...

Eleştirileri okuyamamıştım...

Haberin Devamı

Amerikan felsefesinin en temel öğretisinin, korkunç bir “çıplaklıkla”, 19 yaşında caz müziği yapan bir davulcu gencin hayatının üzerinden anlatılacağını bilemezdim... Ülkenin en iyi müzik akademilerinin birinin; “müzik dahisi yetiştirmeyi amaçlayan” en sert ve acımasız hocası Terrence Fletcher’in “en iyiyi yakalamak için, en mükemmel öğrencilerine yaptığı gaddarlıkları” görünce, otuz beş yıllık gazetecilik hayatım gözümün önünden geçti...

***

Kendimi 19 yaşındaki davulcu genç Andrew Neyman’ın yerine koydum...

Kendimden istediğim; bitmeyen fedakarlıklar gözümün önüne geldi...

“Mesleğimde en iyi olmak için 30 yıl çocuk bile yapmamıştım...”

Daha fazlası olabilir miydi gazetecilikte “en iyi” olmak için yapılabilecek fedakarlık?.. Bir gün tek bir derin operasyonla, 30 yıl boyunca günü 30 saat yaşayan gazeteciyi “sallayıverdiler...”

***

O yaptıkları derin operasyon sonrası ben çocuk sahibi olabildim...

Aksi halde “gazeteciliğe o kadar dalmıştım ki” çocuk yapmayı hala erteliyordum, kafamın içinde...

Whiplash filmi “en iyi olma çabasındaki 19 yaşında bir çocuğun başına gelenleri” anlatıyor... “Meslekte en iyi olmanın” tarihsel bir kahramanlık olarak tanımlanarak özendirildiği, trajediyi tüm çıplaklığıyla veriyor...

Kız arkadaşıyla, mesleğiyle ilgili bir konuşması var ki; ne kadar da tanıdıktı benim yaşadığım hayata...

Bir ara tam ağlamaya başlamıştım ki; filmin bittiğini gördüm...

Yerimden kalktım...

Çocuklarıma koştum...

Gazetecilikte “en iyi olmak uğruna’ uğruna; doğumlarını en az yirmi yıl ertelediğim çocuklarıma...

*****

AMERİKA; AMERİKA’YA KARŞI...

Mutluluğun “sevdiğin bir işte, severek çalışıp, en iyisi olmak için gösterilen çaba olduğu” televizyon dizilerinde, Hollywood yapımlarında sıkça işlenen bir Amerikan felsefesi...

Fame dizisi, Harvard Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilerin rekabetini anlatan Paper Chase dizisi, Al Pacino’nun Amerikan futbol takımının koçluğunu yaptığı filmler, Tin Cup gibi Kevin Costner imzalı klasikler, hep aynı temayı işliyorlar..

***

Yaptığınız işte mükemmel olun...

En iyi olmak için çabalayın...

Başarı ve zirve kaçınılmaz olarak sizin olacak...

Mutluluk tılsımı sizin içinizde yaşayacak...

Amerikan kültürünün bu temel öğesi; Amerika’nın içi için ne kadar geçerli oluyor bilmiyorum, ama Amerikan etkisinin siyasi olarak görüldüğü yerlerde, “işini çok iyi yapanlar başarının zirvesinde kalamıyorlar...”

***

Buralarda; Amerikan ideolojisiyle, Amerikan siyaseti birbiriyle çelişiyor...

Amerika adına iş yapanlar; “Ortadoğu usulü” kalleş belaltı operasyonlarını; Amerika buymuşcasına vizyona sokuyorlar...

Hayatını mesleğinin en iyisi olmaya adamış dünyanın dört bir yanındaki Tin Cup’lar, Paper Chase’çiler, Fame’ciler için acıklı bir durum bu... Ancak ideolojinin merkezi konumundaki Amerikan rüyası için ise sonuç trajik oluyor...

Kramer versus Kramer gibi;

America versus America...

Yani Amerika; Amerika’ya karşı...

DİĞER YENİ YAZILAR