Ölüm yıldönümünde; Uğur Mumcu’yla karşılaşmam...

“Bir maruzatımız var...” demiştim...

-“Ne maruzatı; öztürkçe konuş...” demişti bana... Gazeteciliğe stajyer olarak adı sanı duyulmamış bir ajansta, ilk başladığım günlerdi...

Henüz 20 yaşındaydım...

1979 yılında üniversitenin ikinci sınıfında öğrenciydim...

Uğur Mumcu’nun, “araştırmacı gazeteciliğinin doruğa çıktığı” yıllardı...

Onu okur; her gün biz de “araştırmacı gazeteci” olacağız diye, etrafımızda gördüğümüz pislikleri, kirlilikleri araştırır, Ankara’nın mütevazı araştırma ortamında bir üniversite gencinin görebileceği “amatör perspektiften, büyük gazetecilik başarısı çıkartacağımızı” sanırdık...

***

Siyasal’ın o dönemdeki sosyal demokrat gençleri olarak; “Üniversitede diğer solcu gruplarla didişmek yerine”, gazetecilikte bir şeyler öğrenmeyi doğru buluyorduk...

Gazeteci ustalarla ve ünlü akademisyenlerle ilişkilerimiz “bu düşüncemizden hareketle” başlıyordu...

Bir gün arkadaşlar; kendilerine göre büyük! “araştırmacı gazetecilik” yaparak, Ankara’lı bir işadamının “kirli ve bulanık bağlantılarını” bulduklarını düşünecekler ve bunu;

Haberin Devamı

-“Uğur Mumcu’ya anlatalım... O bu olayın üzerine gider... Rezaleti ortaya çıkartır... En azından bize yol gösterir...” diye tutturacaklardı...

***

Gençtik, heyecanlıydık...

Gazeteci olmak, araştırmalar yapmak olayları ortaya çıkartmak istiyorduk...

Ne ki, aynı zamanda görüyordum ki; arkadaşların ilginç bağlantılar dediği olayın kendisi, bizim “mütevazı öğrenci boyutlarımızı aşıyor”, bizim çapımızın çok ötesine taşıyordu...

Kurduğumuz bağlantıların; ne kadarı Uğur Mumcu’ya özenti, ne kadarı ise “gerçekten araştırmacı gazetecilik örnekleriydi” pek kestiremiyordum...

***

O tıfıllığımızda “rüşvet, kirli para gibi, örtülü bağlantılar gibi”, boyumuzu aşan işleri çözebileceğimize inanmıyordum...

Yine de çok hevesli görünen arkadaşlarımın heveslerini kursaklarında bırakmak istemiyordum...

Uğur Mumcu’dan Siyasal Basın Yayın öğrencileri olarak randevu istedik...

Hiç tahmin etmiyorduk...

Kısa bir süre sonra Mumcu’nun bizi beklediğini söylediler...

***

Görüşme Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nda olacaktı...

Haberin Devamı

Konukların kabul edildiği, küçük camekan odada...

Çok kalabalık olmasın diye aramızdan beş kişilik bir grup seçmiştik...

Arkadaşlar konuşmaya benim başlamamı uygun görmüşlerdi...

Konuya bir girizgah yapacak; sonra da arkadaşlar gerisini getireceklerdi...

***

Bense ne söyleyeceğimi biliyor; fakat konuşmaya nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremiyordum...

-“Uğur Abi; bir sorunumuz var...” diye başlasam yanlış olacaktı...

Sorun bizim kendi sorunumuz değildi...

Mumcu yanlış anlayacaktı...

Kendi sorunumuzu anlatmaya gelmişiz sanacaktı... -“Bir derdimiz var...” desek aynı yola çıkıyordu... “Dert” bizim değildi; “Dert Türkiye’nin derdiydi!.. Biz de genç araştırmacı gazeteciler olarak onu ortaya çıkartıyorduk!..”

***

-“Bir konu var... Sizinle paylaşmak istedik...” gibi bir girizgah da bana çok iddialı geliyordu... Adam içinden;

“Siz hangi gazetecilik becerilerinizle, benimle konu paylaşma noktasındasınız” diye içinden geçirebilirdi...

Ona saygısızlık yapmak istemiyordum...

Haberin Devamı

Tek bir alternatifim vardı düşündüğüm...

Onu da Uğur Mumcu’nun hiç sevmeyeceğini biliyordum...

Haddini bilecek bir şekilde ünlü yazara;

-“Bir maruzatımız var; Uğur Abi...” diye başlayacaktım...

***

Uğur Mumcu sıkı bir Öztürkçe’ciydi...

Maruzat kelimesini sevmeyeceğini biliyordum...

Ne ki; bizlerin onun karşısında eşit olmadığımızı; anlatan tek sözcük olarak “maruzat” geliyordu aklıma; başka da bir sözcük gelmiyordu...

Babam Arapça-Osmanlıca profesörüydü... Annem edebiyatçı...

Bizim evde böyle kelimeler sıkça kullanılırdı...

Solcu olmasına solcuydum o günlerde...

Ama Türkçe’yi konuşurken; “eski kelimelerin şiirsel tadından ayrı bir haz alırdım...” Beynime öyle yerleştirilmişti...

***

Tahmin ettiğim tepkiyi hiç beklemeden verdi Uğur Mumcu;

-“Gencecik adamsın... Nereden çıkartıyorsun ‘maruzat’ kelimesini?..” deyiverdi...

Yıkılmıştım...

Konunun ne olduğu kafamdan gitmiş; neden ‘maruzat’ kelimesini kullandığımı söylemeye çalışıyordum...

Neyse...

Takılmadı ve konuyu geçti...

Bizi dinledi...

Tahmin ettiğimin aksine; “konuyu küçümsemedi...”

Haberin Devamı

Yaptığımız araştırmanın bir kopyasını “kendisine iletmemizi” istedi...

İnceleyip, araştıracağını sözlerine ekledi... Dünyalar bizim olmuştu...

Daha Basın Yayın’ın ikinci sınıfında, dönemin en ünlü araştırmacı gazeteci ve yazarıyla sohbet etmiş, ona “kendi amatör perspektifimizden hazırladığımız bir gazetecilik dosya”sını sunmuştuk...

Artık biz de araştırmacı gazeteci sayılabilirdik...

***

Üzerinden yıllar geçti...

“Maruzat” kelimesi yüzünden ilk fırçasını yiyen 20 yaşındaki çocuk; onu programına televizyon programına davet edecek; “Birinci Cumhuriyet; İkinci Cumhuriyet” tartışmasını TRT ekranlarında, Mehmet Altan’la yaptıracaktı...

Birinci Cumhuriyet-İkinci Cumhuriyet tartışmasının TRT’de yapılması korkunç bir fırtına kopartacaktı...

O günden sonraki hafta TRT’de bana “Ateş Hattı’nda ‘Trafik’ konusu”nu işlemem önerilecekti... Herkes “Ne yapıyor bu çocuk?..” diyordu...

***

Bense o gece Ankara Oteli’nin barının dışardaki masalarından birinde oturmuş, program sonrası iki saate yakın Uğur Mumcu’yu dinlemiştim...

Ne kadar çok şey biliyordu...

Bütün isimleri, bütün bağlantıları, herkesin ne yaptığını, hangi kirli işinin olduğunu nasıl da biliyordu...

Ağzım açık onu dinliyordum...

Hiç bitmesin istedim o gece...

Hep konuşsun, ben de hatırımda tuttuklarımla olayları anlayabileyim demiştim içimden...

Gece yarısına yakın bir saatte “Ben kalkayım” demişti...

“Niye teyp getirmedim de bu konuştuklarını kaydetmedim, diye içten içe hayıflanmıştım...”

***

Herhalde bunu bildiklerinden, onu dinleyemememiz için bir süre sonra öldürdüler onu...

Gerçek katillerinin hala kim olduğu bilinmiyor, ya da bilinmesi istenmiyor...

Söylemeye çalıştıkları; ortaya çıkmasın; kirli gerçekler, orta yere dökülmesin, ortaya saçılmasın diye yapıyorlar bunu...

Çok uzun yıllar sonra bir gün Güldal Mumcu’yla konuşurken; o günün Türkiye’sinden bazı olayları anlatıyor, aralarındaki bağlantıları söylemeye çalışıyordum...

-“Sen de Uğur kadar safsın; öyle anlıyorum” demişti bana...

“Usta”nın naifliğini, benim saflığım üzerinden ustaca bir çırpıda anlatıvermişti eşi Güldal Mumcu...

DİĞER YENİ YAZILAR