Dağılan bir aile hikayesi...

Ankara’dan aramıştı yakın dostum...

İzmir’deki mahkemenin sonucunu bildiriyordu...

-“Hayırlı olsun...” demişti...

“Eşinle ortak tuttuğunuz avukat, bugün duruşmaya girdi... Mahkeme ortak arzunuza binaen ilk duruşmada boşadı sizi... Hayırlı olsun...”

***

Atina’da evimin bir bölümü olan büromda haberleri hazırlamakla uğraşıyordum...

O akşam Batı dünyasının ailecek kutladığı ünlü bayramı Noel’in arefesiydi...

O gece evlerde hindi yenecek, aile birlikteliğine şükür edilecek, inançları çerçevesinde çam ağacının altından Noel babanın getirdiği hediyeleri, çocuklarına ve birbirlerine vereceklerdi...

Bizim Bayram ritüellerimizin Hristiyan dünyasındaki benzeriydi yaşanacak olan...

Dağılan bir aile hikayesi...

***

Arkadaşım o gün, beni arayarak “ailemin fiili olarak dağıldığını” haber veriyordu...

Noel benim bayramım değildi...

İstanbul’da veya Ankara’da olsam, bu tesadüfü sorgulamayacak, bilmeyecektim...

Tesadüf görünen şeyi anlamlı kılan olgu; Atina’da herkes Bayram kutlarken, benim ailesi yasal olarak parçalanmış kişi olarak kendimi alabildiğine yalnız hissetmemdi...

Haberin Devamı

Neredeyse bir yıl olmuştu fiili olarak eşimden ayrılalı...

O gün Noel tesadüfüyle “hukuki olarak da yalnız olduğum” tescilleniyordu...

***

Dün sabah günlerdir kapısından döndüğümüz Eyfel Kulesi’ne üç çocuğumla çıkarken, yirmiyedi yıl önce yaşadığım bu ilginç Noel tesadüfü gözümün önündeydi...

O gün kendime verdiğim sözü tutmuş; günün bitimine kadar “yalnız” kalmıştım...

Sindirmek ve yeni bir hayata başlamak için...

Yirmi yedi yıl önce...

***

Dün sabah aynı arkadaşımı aradım...

Bana yirmiyedi yıl önce, “mahkemenin bizi boşadığını haber veren arkadaşımı...”

-“Boşanma haberini veriyorsun... Çocuklarla Eyfel’e çıkma haberini ise görmüyorsun...” diye esprili bir çıkış yaptım...

Güldü;

-“Hayat değişti...” dedi...

***

O olaydan iki yıl sonra yine bir Noel arefesinde Paris’e gelmiştim...

Yirmibeş yıl önce...

Cite Universitaire’de (Üniversite yurdunda) kalan kız arkadaşımla Noel’i ve yılbaşını geçirmek için Atina’dan Paris’e uçmuştum...

O gün kaldığı odaya bir televizyon almıştık...

Haberin Devamı

Kendi televizyonumuzu kendimiz izleyelim diye...

İlk geceki yayında Alain Delon’la yapılan geniş bir söyleşi vardı Fransız televizyonunun ikinci kanalında...

***

Moderatör Alain Delon’a soruyordu;

-“Yılbaşını kimle geçireceksiniz?..”

Alain Delon şaşırmış gibi cevap veriyordu...

-“Ben mi kimle geçireceğim?.. Kimseyle elbette... Sadece köpeklerim olacak benimle... Başka kimseler olmayacak yılbaşı gecesi çevremde...”

Bu olayı yaşadığı hüznün yansıması olarak değil, yaşadığı hayata ve insanlara duyduğu belirgin bir tepkiyle söyler gibiydi...

Dağılan bir aile hikayesi...

***

“Hayatımda benimle yılbaşı geçirmeyi hak edecek kimse yok...” der gibiydi...

Üzerinde bir kırgınlık...

Bir kırıklık...

Eğilmek bilmeyen bir ego...

Dik durmaya çalışan bir gurur...

Gözlerde ise hüzün... Acı...

Ve anlaşılamamının verdiği bir gölge vardı...

Brigitte Bardot’dan; Romy Schenieder’e, Mirelle Darc’tan sonsuz ve sınırsız sayıdaki artistik güzellerle aşk yaşayan “20. yüzyıl erkek ikonu”nun hayatında köpeklerinden başka kimseler yoktu...

Ve o bunu; dik tutmaya çalıştığı gurur ve yalnızlığının gizlemeyemediği hüznüyle söylüyordu...

Haberin Devamı

27 YIL SONRA GELEN AİLE...

Dün sabah sekiz gibi çocukları uyandırdım...

Günlerdir Eyfel Kulesi’ne gidiyor, kuyruğu görüp, ayazda 1.5 saat beklemeyi göze alamayarak, dönüyorduk...

-“Bu sefer kahvaltı yapmadan gidelim...” dedim çocuklara;

-“Eyfel’i gezdikten sonra kahvaltımızı keyifle yaparız...”

-“Peki...” dediler...

Sabah hazırlanıp çıktık;

Fazla beklemedik; saat 10 sularında Kule’ye çıkıyorduk...

***

Onlara bakarken; annem; babam ve üç çocuğumla aslında gayet geniş bir ailemin olduğunu fark ediyordum...

Arkadaşımın dediği gibi hayat 27 yıl içinde çok şeyi değiştirmişti...

Kendini “kahraman zanneden” yalın bir insandan...

Gazetecilik mesleğini hayatı anlamlandıran tek tutku olarak gören genç bir idealistten...

Annesine, babasına ve üç çocuğuyla, hayatı değerli kılmaya çalışan, bir yazara dönüşmüştü orta yaşlı adam...

***

Tek kişilik şizofrenik kahramanlık; “Üç çocuklu aile babalığı ile...

Tek çocuk sorumluluğunu taşıyan bir evlat olmanın” yarattığı kollektif bir mutluluğa dönüşmüştü...

Haberin Devamı

Çevrede tek kişilik kahramanlık yerine altı kişilik bir mutluluk vardı...

Tek kişilik şizofrenik kahramanlık uzaklarda kalmıştı...

***

25 yıl önce Paris’te Noel arefesinde izlediğim; Alain Delon’la hayatımın örtüştüğü ve ayrıldığı noktaları saptamaya çalışıyordum...

Onun da farklı annelerden çocukları olmuştu...

Ancak 1989 Noel’inde; 1990’lı yıllarda doğan iki çocuğunun babası değildi henüz...

İlk doğan çocuğunu ise annenin kendisine emrivaki yaptığını düşünerek kabullenememişti...

Yalnızlığı ve egosunu yenemediği “gururlu hüznü” muhtemelen ondandı...

***

Elbette sevişerek, veya evlat edinerek herkes bir aile sahibi olabilirdi...

Ancak aile olmanın püf noktası, anne baba veya çocukların olmasında değildi ki...

Aile olmak;

Bireyler arası farklılıklara...

Değişikliklere...

Ego çatışmalarına...

Yanlış yetiştirmelere...

Birbirine karşı yapılan hatalara...

Zaman zaman açılabilen yaralara...

Çatışıyor görünen çıkarlara...

Gündelik hayatın getirdiği uzlaşmazlıklara...

Uyumsuzluklara...

Kavgalara, tartışmalara rağmen...

Sevgiyle “aile kimliği”nin içinde kalabilmekti...

Bir arada ayakta durmak, ayakta kalabilmek ve “aile olabilmek”ti...

***

Eyfel’e çıkmakta olan üç çocuğuma baktım...

İstanbul’da bıraktığım anneyi, babayı düşündüm...

O zaman bir aileyi sevgiyle bir arada tutmanın;

Çocukların sevgili olarak; çoktan ayrıldığım anneleriyle “anlayışla hayata devam etme” yeteneğini gerektirdiğini...

Kendi anne ve babanla bir hayat boyu süren “ilişkilerin günlük yıpratıcı etkisinden” kurtulabilme becerisini elzem kıldığını...

Hataları anlayışla karşılamayı...

Tölerans göstermeyi...

Sevgiyi en yüksek değer tutarak, bir aradalığı güçlendirmeyi...

***

Aile bireylerine;

“Her şeyin üzerinde oluşturulacak aile kimliğini; şemsiye gibi tutmayı;

Egoyu törpülemeyi...

“Aile kimliği”ni; sıcak bir battaniyeymişcesine herkesin üzerine sarmayı...

O battaniyenin altına aynı seviyle saklanmayı bilmeyi...”

Gerektirdiğini düşündüm...

***

Aile olabilmek “hayat”ta olabilmek demekti...

Sevmek ve gerçek sevgiyi gösterebilmekti...

Uzlaşmasını bilmek anlamına geliyordu..

Tölerans göstermeyi...

Hataları affetmeyi...

Aileyi mutluluk amacıyla birleştirmeyi...

Mutluluğu bir arada yaşatacak sinerji yaratmayı...

Hayatı anlamlı kılmayı bilmek demekti...

Kısaca “hayat” demekti “aile olmak...”

Dağılan bir aile hikayesi...

***

Bruce Willis’in sinematografisinin en iyi iki filminden biri The Kid’dir...

“İçimdeki Çocuk...”

Filmde; kırklı yaşlarını yaşayan başarılı ve yalnız bir adamın, evine bir gün “şişman bir çocuk girer...”

Kırklı yaşlarını süren adam, çocuğun kim olduğunu anlamaz...

Nereden geldiğini çıkartamaz...

Bir süre sonra çocuk davranışlarıyla kendisini belli eder...

Çocuk “başarılı ve yalnız adamın bizzat kendisi, kendi çocukluğudur...”

Büyümeden önceki çocuk halidir...

Küçük çocuk ilkokuldan başlayarak, işadamına hayatını ona yeniden yaşatır...

Kırılma noktalarını...

Kalbinin sesinden uzakta kaldığı anları teker teker hatırlatır...

Onu yeni baştan yaratmaya girişir...

Bruce Willis’in “tek kişilik şizofrenik kahramanlığı” başka bir mecraya sürüklenecektir...

Çok başka bir mecraya...

“İçimdeki Çocuk” geçmişten geleceğe uzanan insan hayatının muhteşem bir hayat köprüsüdür...

DİĞER YENİ YAZILAR