Yemekhane...

İlkokulu bitirdiğim yıl, artık bir daha hayatım boyunca "yemekhane"ye gitmek istemiyordum...

Okulların "en karanlık, en izbe, beyaz florasanın hakimiyetinde ışıklandırması en berbat yerleri neden yemekhaneler olur" bilmiyorum...

Uzun sıralar...

Ne kadar temiz tutulursa tutulsun izdihamdan oluşturan kalabalık ve kuyruk...

Yemekhane kültürünün self servisten kaynaklanan "bol kepçe ve lezzet vaad etmeyen" ambiyansı...

Beni okul yemekhanesinden kaçmak için fırsat kollamaya iterdi...

***

İlkokulda başa çıkamamıştım...

Sanıyorum benim aileme karşı bağımsızlık mücadelemde, Beşiktaş'lı olmaktan sonra gelen ilk eylemim "yemekhane eylemim"di...

Ortaokula geçer geçmez, ani bir kararla aç kalmak pahasına yemekhaneye gitmez oldum...

Yemek fişleri boşa gidiyor, beni hiçbir güç yemekhaneye götüremiyordu...

Ne yaptılarsa başa çıkamadılar benimle...

Artık yemekhaneye gitmez oldum...

Bir süre sonra cebime para kondu ve kendi bildiğim yerlerde kendi hür irademle yemeğe başladım...

***

Bir daha da en havalısı... Kalitelisi...

Haberin Devamı

En özel servis sunulanı da dahil hepsinden uzak durmaya gayret ettim...

"Küçük olsun, benim olsun... Ama benim seçtiğim olsun" mantığından vazgeçmedim...

Yıllar içinde, yemekhane direnişim gittikçe gelişti ve bana pahalıya patlamaya başladı...

Kahvaltı dışı, açık büfe mekanlardan da hissedilir biçimde kıvırmaya ve uzamaya başladım...

Her şeyin bolca, doğal olarak lezzetsizce sunulduğu bol kepçe tarz, çocukluk direnişimin verdiği muktesebatla, beni direnişe sevk ediyordu...

***

"Yediğin önünde, yemediğin arkanda" şiarıyla hizmet veren resort otel konseptlerinden bu yüzden hep kaçtım...

Ancak çocuklar olunca...

Anne baba yaşlanıp sena emanet hale gelince...

Durum değişti, yemekhane direnişim zorunluluklar karşısında, dümura uğramaya başladı...

Bu Bayram'da anneyi babayı, çoluğu çocuğu tatile getirdiğimde, yeme içme konularında neyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum...

Geçen yıl çocuklar için bir Dinozor ve oyun parkı cenneti oluşturan Belek Maxx Royal'deki tecrübemden, Kemer'de de işlerin kötü gitmeyeceğini düşünerek gelmiştim...

Haberin Devamı

***

Otelde arife günü ilk sözleriyle beni can damarımdan vurdular;

-"Burada açık büfe restoranımız yok..."

İçimden "oh be" dedim...

Nihayet istediğim tipte bir yer planlamış, yapılmış ve uygulamaya sokulmuştu...

Yine de pek belli etmedim...

Ne olur ne olmaz...

Neyle karşılaşacağım belli olmaz...

Devam ettiler;

-"Otelde Türk restoranı var... Balık restoranı var...

İtalyan restoranı var... 24 saat hizmet veren, a la minute restoran var... Ama açık büfe yok..."

İçimden "cennete mi geldim acaba" diyordum...

Hem her şey içinde mantığı geçerli olacaktı...

Hem de "Ne yersen ye... Her şey var bu büfede" mantığıyla sunulan sıradan otelcilik terk edilecekti...

Restoranları gece gösteri sunulan büyük bir sahnenin etrafını çevrelediği avlunun dört bir tarafına konuşlandırmışlardı...

Bu haliyle otel Roma'da veya Madrid'deki bir meydanı andırıyordu...

Dört bir yanı kafe ve restoranlarla çevrili İtalyan ve İspanyol meydanlarında oturuyorduk sanki ...

***

Yemek yerken mide hamallığı yapılmıyordu...

Haberin Devamı

Dolu dolu tepeleme tabaklarda tıksırıncaya kadar yemek yemiyordu kimse...

Bir lokanta şıklığında geliyordu yemekler önünüze...

Servis size insan olduğunuzu hissettiriyordu...

Tepeleme doldurulmuş tabaklar, tepeleme çöpe gitmiyordu...

Tepeleme israf değil, lezzetli bir sunum ön plana çıkıyordu...

***

Ancak bu konsept, zor bir konseptti...

İyi servis elemanı bulmak zorundaydınız...

İşinin ehli Türk ve uluslararası şeflerle çalışmak mecburiyetindeydiniz...

Her bir restoran bir başka işletme bir başka mekan demekti aynı zamanda...

Dünyada ilk kez uygulanan Grand Resort dedikleri konseptin sahibi, işletmecisi ve patronu Mehmet Ersoy;

-"Açık büfelere göre, yüzde 40 maliyet artışı var..." diyordu...

-"Ama servis personelinizin, bu konseptte çok iyi olması lazım... Personel masrafı yüzde yüz arttı..."

***

Bu haliyle dünyanın en iyi on oteli arasına girmeye çalışıyor Maxx Royal Kemer...

Türk Hava Yolları için de aynı duyguyu hissediyordum...

Komplekslerimizi yendiğimizde hava ulaşımında, turizm ve otelcilikte, ihracatta, dünyadaki bütün engelleri aşıyor, en iyiyi en mükemmeli yapmaya başlıyorduk...

Haberin Devamı

Bu düzeydeki otel konseptleri ve hizmetleriyle, ne İspanya, ne Fransa, ne İtalya ne Yunanistan bizimle boy ölçüşemezdi...

***

Elbette turizm bir "ülke ambiyansı" meselesiydi aynı zamanda...

Elbette Türkiye uluslararası ambiyansı itibariyle bir Fransa, bir İtalya, bir İspanya değildi...

Ama bu konseptlerle Yunanistan'ı çoktan aştı Türkiye... Akdeniz'in kendine çok güvenen snobize turizmini aşmaması için de hiçbir neden yoktu...

Bu duygularla "Bayramınız kutlu olsun" demek geldi içimden...

"DİSİPLİN PİŞMANLIĞIN İLACIDIR..."
"Özgürlük bir ev gibidir...
Onu tuğla tuğla inşa edersiniz...
Koymanız gereken ilk tuğla irade gücüdür..." diyor Robin Sharma...
Yaşam koçlarından, gustolarından istifade etmek ve sihirli formül bulmak için koşuşturup duran insanlar için çok önemli bir şey söylüyor Sharma...
"İrade..."
***
-"Bu nitelik her an doğru olanı yapmak için size ilham verir... Cesaretle hareket etme enerjisi verir... Yaşadığınız hayati kabullenmek yerine, sahip olmayı düşlediğiniz hayatı yaşamanız için güç verir... Disiplin pişmanlığın ilacıdır...
***
Burada Sharma'nın bahsettiği şey; kişinin öz disiplini, kendine inancı, güveni ve başarma konusundaki azmidir...
Biz disiplini "otoriterliğin sembolü, özgürlük duygusunun katili olarak" görürüz zaman zaman...
Oysa irade gücünün öz disipliniyle; Hitler'in "Toplama Kamplarının" ölümcül disiplini bir birinin tam zıddıdır...
Birinde insanın kendini geliştirmek ve yaratmak için inşa ettiği bir irade, diğerinde ise, başka insanların yok olmasını amaçlayan bir katlediş söz konusudur...
Katletme duygusu, evrensel kuantum uyarınca bir süre sonra kendi katlini görür...
Yaratma duygusu ise; başka yaratımları...

DİĞER YENİ YAZILAR