Oskar adında bir gazeteci-karikatürist...

Almanya’yı bir baştan bir başa geziyordum dünyanın onbeş ülkesinden gelen “genç ve gelecek vaat eden gazeteciler”le birlikte...

Her ülkeden bir ya da iki gazeteciyi seçiyorlardı...

Berlin’de Uluslararası Gazetecilik Enstitüsü’nde “burslu gazeteci-öğrenci” olarak okula alıyorlardı...

Sabah 9’dan akşam dörde kadar, günde altı saat ders yapıyorduk...

Sonra sınavlar oluyordu...

Gazetecilerin 24-30 yaşları arasında; genç ve ilerde önemli mevkilere gelecek konumlarda olmalarına dikkat ediyorlardı...

***

Türkiye’den beni seçmişlerdi...

Milliyet’in Ankara Bürosu’na bir gün telefon gelmiş;

-“Sizi Berlin’de Uluslararası Gazetecilik Enstitüsü’nün 1 Temmuz-21 Eylül tarihleri arasındaki ileri düzeyde gazetecilik kursuna davet etmek istiyoruz...” demişlerdi...

Normal bir zamanda kendimi, “dünyanın en şanslı adamı” olarak addederdim...

Oysa o günlerde aşık olmuştum ve birkaç ay içinde evlenmeyi düşünüyordum...

Berlin ve Almanya seyahati bunun tam ortasına denk düşmüştü...

Gitmesem;

Hayatım boyuncu uluslararası bir gazetecilik bursuna katılmamanın pişmanlığını hissedeceğimi biliyordum...

Haberin Devamı

Gittiğimde ise;

Kısa bir süre önce filizlenen büyük aşkımı, yarım bırakıp bir bilinmeyene açacaktım...

***

Berbat bir ikilemin içindeydim...

Hayatın böyle bir şey olduğunu o zamanlar bilmiyordum...

En güzel şeyler, en ızdıraplı durumlarda gelirdi...

Berlin’e gidişim,

İlk akşam kaldığım Hostel’in yanında yediğim hüzünlü İtalyan yemeği...

Yepyeni bir dünyayla, arkamda bıraktığım aşkın hüznü, birbirini boğazlıyordu...

Kısa bir süre sonra, sevgilim çalıştığı gazeteden ayrılmak zorunda kalacak, yaşadığım cendere beni çözümü zor, girift girdaplara sürükleyecekti...

***

En mutlu olacağım üç ayın; her dakikası;

Meçhulün üzerimde yarattığı bir huzursuzluk...

Arkada bıraktıklarımın ruhumda tedirginliğini hissettirdiği bir endişe...

İstikbalde ne olacağını bilemediğim bir muamma...

Yarım kalmış burukluğun, tedirginlikle karıştığı bir kasılma halini alacaktı...

***

Alman karikatürist Oskar’ın evine o ruh yapısında gittim...

İki katlı;

Ahşap mobilyalarla kaplı...

Haberin Devamı

Çatısı...

Tavan arası...

Mütevazı üst katı...

salon ve mutfaktan oluşan alt katı...

İçinde akıntı veren motoruyla küçük havuzu...

Yemyeşil bahçesiyle, karı koca Oskar’ların kaldığı sımsıcak bir evdi...

Oskar telefoto makinesini göstermiş;

-“Artık gazeteye gitmiyorum...” demişti...

“Karikatürleri evimde yapıp, günlük olarak gazeteye bu cihazla gönderiyorum...

Hayatı böylelikle daha keyifli, daha üretken yaşıyorum...”

***

Bir gün benim de böyle bir evim, böyle bir eşim...

Mesleğimi evimden yürütebileceğim bir düzenim olur mu diye geçirmiştim aklımdan...

Ne kadar zor ve imkansız gelmişti bana bu düşüncenin hayali bile...

1982 yılının yaz aylarıydı...

Henüz 23 yaşında üç yıllık bir gazeteciydim...

***

Geceleri evde oturmuyordum son zamanlarda...

Televizyona program yaptığım günler, stüdyoda geçerdi zamanım...

Gazetede yazı yazdığım günler ise gazete çıkışı, dostlarımı göreceğim sevdiğim mekanlara uğrar oralarda zaman geçirirdim...

Evin her tarafı bir televizyoncunun evi gibi dekore edilmiş ve döşenmişti...

Haberin Devamı

Büyük ekran televizyonlar evin dört bir tarafında...

DVD’ler video’lar raflarda...

Ödüller kütüphanede...

Hayat televizyonla yaşanan, televizyonla süren bir biçimde dizayn edilmişti...

***

Kitaplarla kaplı üst katta küçük çalışma odam ise, “bana özel, bana mahremdi...”

Orada kendi başıma olmaktan, kitapların arasında; kendi sesimi dinlemekten...

Ruhumun derinliklerine yolculuk etmekten...

Gözle görünür bir haz alırdım...

***

Ancak evin bütününe damgasını vuran şey;

“Büyük ekranlarla kaplı bir televizyoncunun evi olmasıydı...”

Hayatıma biyolojik çocuklarımın gireceğinin belli olduğu günlerde;

“Evim hala televizyon starlarına has;

Görkemli ekranlar...

Televizyon dünyasıyla hayat bulan aksesuarlar...

Hayatı ekrandan yaşayanlara mahsus görsel içeriklerle doluydu...”

Çeyrek asır önce Almanya’nın yeşilliklerle iç içe bir kasabasında özendiğim karikatüristin hayatından çok uzaklarda, çok başka şatafatlardaydı...

***

Sonra, Oskar mı bilinçaltımdan bana mesajlar gönderdi?..

Yoksa Almanya’da özendiğim o hayat mı benim yaşadığım hayalden çekip aldı...

Haberin Devamı

bilmiyorum...

Ne ki çocukların doğumuyla birlikte;

Evim;

Daha gerçek...

Daha sade...

Daha sıcak...

Daha kitap...

Daha “ben” olan bir hale dönüşmeye başladı...

***

Büyük televizyon odasını, boydan boya büyük kitaplıkla kapladım...

Çalışma masasını boydan boya yaptırdığım devasa kütüphanenin, yanına taşıdım...

Bilgisayar...

Kitaplar...

Dergiler...

Yazılar...

Spot ışıklar...

Yüzlerce kitapla dolu sehpa...

Binlerce kitapla dolu raflar...

Kitaplardan bilgi, sıcaklık ve sonsuzluk taşan...

Bir mekan haline geldi çalışma odası...

Gece gündüz o mekanda yaşıyordum artık...

Bir ev vardı...

Bir de çalışma odası vardı; evden içeri...

Duvardaki televizyon, yeni dizaynda; yazıların parçası küçük bir aksesuar haline gelmişti...

Hayat televizyondan, yazılara dönüşmüştü...

Beyaz camın şatafatından, kütüphanenin tevazusuna...

***

Elli yaşındaydım...

Oskar’ı tanıdığım günlerin üzerinden çeyrek asırdan fazla geçmişti...

Bir süre sonra gazetedeki odamdan ayrıldım...

Her şeyi evime taşıdım...

Yazıları evden yazıyordum...

Bilgisayardan gönderiyordum...

Hayatı evden takip ediyor...

Yaşamı evden yaşıyordum...

Hayat kitaplarla dolmuş...

Yazılarla bütünleşmiş...

Huzurlarla çerçevelenmiş...

Tevazuyla biçimlenmişti...

Oskar 27 yıl geriden bana usul usul el sallıyordu...

-“Gördün mü?.. Yaptın işte...” dercesine...

“ACIYI HİSSEDİN!.. MUTLULUĞUN TADINA VARIN...”

Hedeflerinize varmak için farklı yollarda seyahat ederiz...

Bazılarımız için yollar; diğerlerinkinden daha kayalıktır...

Fakat kimse sona; hiçbir güçlükle karşılaşmadan çıkamaz...

Öyleyse bununla savaşmak yerine;

Niye bunu yaşamın bir parçası olarak kabullenmeyelim?..

Neden sonuçları bir kenara bırakıp;

Yaşamın içindeki her durumu doyasıya tecrübe etmeyelim?..

Acıyı hissedin...

Ve mutluluğun tadına varın...

Eğer öncesinde vadileri bir kere bile ziyaret etmemişseniz...

Dağın zirvesindeki manzara size nefes kesici gelmez...”

Robin Sharma...

DİĞER YENİ YAZILAR