Anneler gününde annenin çalışmasına isyan...

Haberin Devamı

Uzun yıllar önce, sabah akşam gazetecilik yaptığım yıllarda yaşadığım bir Anneler Günü’ydü...

Ortalama 16-18 saat çalışıyordum...

Sabah 10’da çalışmaya başlardım...

11 gibi işte olurdum...

Geceleri saat 02 gibi çıkıyordum televizyondan...

Genel Yayın Yöntemi olduğumda kendime, birlikte çalıştığım, en çok takdir edip sevdiğim, saydığım genel yayın yönetmenini Çetin Emeç’i rol model almıştım...

O da sabahları biraz ileri bir saatte gazeteye gelir, kolları sıvar...

Çıktığında saatler mutlaka gece yarısını geçerdi...

***


Ne kendim ne de haber merkezindeki arkadaşlarım için, dur durak ve yorulmak yoktu...

Defterimizde yazmazdı...

Çalışma tempomu bildiğimden, şarj edebilmek için hafta sonlarını kendime ayırırdım...

Hiçbir şeyle meşgul olmamaya, sinirimi bozmamaya, gerginlik yaratmamaya dikkat ederdim...

O Pazar günü, çokça ihmal ettiğimi bildiğim annemi, “Anneler Günü“ için yemeğe götürüyordum...

***


Mayıs güneşinin arabamın içini ısıttığı bir gündü...

Annemle babam arabamın içindeydi...

Çocukken Pazar günleri beni götürdükleri Beyti restoranına ben onları yemeğe götürüyordum...

Yönetim Kurulu Başkanı aradı...

Yayında bir şeyler görmüş, kızmış sinirlenmişti...

O yayınının sorumlusu arkadaşları bulup, işten atmamı, “bu davranışın altında ne yattığını bulmamı“, bir daha böyle olayların olmasını engellememi istiyordu...

Bir anda günüm rezil olmuştu...

Yayında ne yaşandığını öğrenmem, niye olduğunu anlamam, muhtemel iletişimsizlikten kaynaklanan sorunu çözmek için harekete geçmem, “arkadaşları atmamak için, hangi stratejileri benimseyeceğimi belirlemem, gerginliklerle dolu saatleri bir sorun çıkarmadan çözmem gerekiyordu...

Bunları yapmak benim işimdi...

Buna şikayet etmiyordum...

Ama o gün; Anneler Günü’ydü...

***


Pazar günüm daha doğrusu Anneler Günü’m mahvolmuştu...

Anneme yönelik ilgim, alakam ve konsantrasyonum gitmiş, çocukların atılmasını nasıl engelleyeceğimin stratejini taktiklerini geliştirmeye, lobisini yapmaya başlamıştım...

Kızgın ve kırgındım...

-”Bu kadar çalışkan ve başarılı bir haber merkezine, Pazar Pazar Anneler Günü’nde bu yapılır mı?..” diye söyleniyordum...

Yıllar önce “kırık bir Anneler Günü’nü yarım yumalak yaşadığıma“ hala hayıflanırım...

***


Hafta içinde çocuklarımın annesiyle iki kez konuştum;

Biliyordum ki, dizi çekimleri gün ve gece boyu devam etmekte, Cumartesi Pazar dinlememekteydi...

-”Son haftalar, sabahtan geceye kadar dizi çekimleri koyuyorlar...” diyordu...

-”Pazar günü de çekimler var... Anneler Günü’nü Cumartesi kutlarız çocuklarla...”

Önce “olur“ gibi geldi söyledikleri, pek ses etmedim...

Sonra bir daha sordum...

Yine aynı şeyi söyledi;

-”Çekim koymuşlar Cumartesi kutlarız biz...”

***


Söyleneni dinliyordum, ama b.öyle zamanlarda böyle şeyleri içim bir türlü kabul etmiyordu...

Anneler Günü’nde minik, masum çocuklarımın anneleri hayattayken, anneleriyle bu özel günü kutlayamayacaklarına hayıflanıylordum...

Böyle bir yasa yoksa, böyle bir uygulama yapmaya kimin hakkı vardı ki?..

***


Üçüncü konuşmamızda artık dayanamadım;

-”Benim yüreğim çocuklarım adına bunu kaldırmıyor...” deyiverdim;
-”Anneler Günü’nde anneleri hayatta yken, anneleriyle mutlaka zaman geçirmeli, Anneler Günü’nü kutlamalılar...”

***


Bir zamanlar “deli divane çalıştığım ve hayatı çalışmaktan ibaret gördüğüm gibi“, o da çalışıyordu ve bunu vazgeçilmez görüyordu...

Dizi çekim saatleri, o dünyalarda kimselerin değiştiremeyeceği kurallar sinsilesiydi...

Sanatçılık önüne hiçbir şeyin konamayacağı bir kutsal amaç, çekilen dizi her şeyin önüne geçecek bir misyondu...

Bunları biliyordum...

Ben de aynısının “gazetecilik versiyonunu“ yaşamıştım...

***


Oysa minik, masum çocuklarımı düşünmek benim görevimdi...

Onları o günde hayattaki annelerinden mahrum bırakmamak, bir ebeyvenlik misyonuydu...

Çocukların mahrumiyetten alacakları psikolajik yara, benim sorumluluğumdaydı...

Bir anne çocuklarının ayrılmış babalarıyla ilişkilerinden...

Bir baba ise çocuklarının ayrıldığı anneleriyle ilişkilerinden de sorumluydu...

Çünkü onlar anne ve babaydılar...

Çocukların gelişiminden sorumluydular...

Değişmez denilen dizi çekim saatleri sonunda değişti...

Üzerinde oynanmaz olmaz denilen kutsal sanat düzenekleri harap oldu...

Çekim saatleri değişince makul bir miktar para da fazladan harcanmış oldu...

İyi oldu...

Çocuklar anneleriyle Pazar günü bir beraber olacaklar...

Hayat; paranın ihtiraslı kurallarıyla değil, anneliğin ve babalığın kutsallığında akacak...

Anneler Gününüz kutlu olsun...

ANNELER GÜNÜNDE TÜM ANNELER İÇİN; ANNEMLE HÜZÜNLÜ YALNIZLIĞIMIZ...

Cuma günü “Annemle Hüzünlü Yalnızlığımız“ isimli bir yazı yazdım...Yazıya annelerden ve çocuklarından o kadar çok mail geldi ki...

O kadar çok anne “içimizi anlatıyorsun“ diye mesaj gönderdi ki;

O yazı “annemle hüzünlü yalnızlığımızı anlatan bir yazı olmaktan çıktı, bir “Anneler Günü“ yazısı haline geliverdi...

İşte; Anneler Günü için, bütün annelere ithaf ettiğim o yazı...

***


Kısmetse bu Pazar günü 54. Anneler Günü’nü yaşayacağım annemle...

Hayatımın en önemli ilişkisi hiç kuşkusuz...

Ne kadar reddetmeye çalışsam da, bütün çocukluğumu belirlemiş...

Burcunu bilmiyorum...

Doğum tarihi 1 Ocak diye yazılmış...

Halinden tavrından, inatçılığından, yönetciliğinden, hırsından ve dürüstlüğünden Koç burcu olduğunu tahmin ediyorum...

Ben Yengeç’im...

Karakteri karşısında bu denli zorlanmış olmam Koç burcu olduğunu gösteriyor...

Kaderin garip tecellisi 23 yaşında evlendiğim ilk ve son eşim de Koç burcuydu...

Onda da acayip zorlanmıştım...

***


Bütün dünyası ‘benim‘ annemin...

Benimle yatar benimle kalkar, paralelden benimle yaşar, beni gözler, beni takip eder, beni merak eder, beni takıntı yapar...

Annem; benimle yaşayan bir gölgem benim...

Zaman içinde babamı de kendine benzetiyor;

Ben iki gölgemle yaşar hale geliyorum...

Onlarla ilmişkimiz; benim biyolojik çocuklarım dünyaya geldikten sonra değişiyor...

Herkeste böyle mi oluyor bilmiyorum;

doğan biyolojik çocuklarım ilişkilerimdeki bağımsızlığın bayrağı oluyor...

***


Annem hayatında kimseleri dinlemediği gibi; beni de dinlemiyor...

Dışarı çıkıyor, çarşıda pazarda işleri kendi başına halledebileceğini sanıyor...

80’leri geçiyor, neredeyse 90’lara merdiven dayıyor...

Ona çıkmamasını söylüyorum...

Yalnız başına çıkmaması için elimden geleni yapıyorum;

Bakıyorum yine kendi başına atlayıp gitmiş...

Bana haber vermemelerini sıkı sıkıya tembih ederek...

***


Eskiden kızıyordum ona...

Beni gölge gibi takip etmesine...

İnatlarından bir türlü vazgeçmemesine...

Evi, beni ve hayatı yönetme arzusuna...

Çevresini sürekli kontrol altında tutmaya çalışmasına...

Ancak artık kızgınlığımın geçtiğini fark ediyorum...

Geride kalan sadece hüzünlü ve yalnız bir sevgimiz var aramızda...

Onunla sevgiden öte, barıştığımı hissediyorum...

Başı döndüğünde, düştüğünde, yürümekte zorlandığında, hastaneye götürüdüğümde, gözünün benden başka kimseyi görmediğini fark ediyorum...

Ne doktorları, ne hemşireleri, ne hastane personelini, ne bakıcısını, ne yardımcısını, ne de 55 yıllık hayat arkadaşını dinlemiyor...

Onları fark etmiyor...

Gözü hep bende...

Benim ne yapacağıma bakıyor...

***


İlginç bir ilişki var aramızda...

Hep “çocukmuşum“ gibi davranır oysa bana...

En zor ve en meşakkatli zamanlarında ise sadece benim ne diyeceğime bakıyor...

“Her şeyini kontrol etmeye çalıştığı küçük çocuğu aynı zamanda onun tek otoritesi...”

İnanılmaz bir çelişki var gibi gözüküyor...

Oysa yok...

İnadından ve inandıklarından asla vazgeçmese de...

Benim farklı düşündüğümü biliyorsa, çevresinden olayı benden gizlemelerini söylese de...

Yine de bütün “gözü ve kulağı bende...”

***


Benim harekete geçmemi bekliyor...

Onla ilgili ne yapılacaksa, neye karar verilecekse sadece “oğlunun onayıyla, oğlunun eliyle yapabileceğini“ söylüyor...

“Sadece oğluna güveniyor...”

Hayatta nice badireden geçmiş bir kadının, 90 yaşına merdiven dayadığı bu mucizevi hayat yolculuğunda, 55 yıllık sevgili hayat arkadaşından da önce hala “oğlunun ne diyeceğine bakması, çocuk gibi davrandığı oğlunun onayına muhtaç olmasındaki ironik çelişki“, derinden etkiliyor beni...

***


Ben onun “her daim hayatı öğretmekle yükümlü saydığı küçük çocuğu muyum?..”

Yoksa onun, hayati anlarında, keskin virajlarında, zor zamanlarında, ne yapılacağına karar veren tek otorite mercii mi?..

Sanıyorum her ikisi de...

Bir annenin gözünde her ikisinin aynı anda var olmasındaki ironik çelişkiyi çözmeye çalışıyorum...

Bu iki karakter ve beklenti birbirinin tam zıttı...

Ne ki “annem her ikisini de aynı anda ve aynı şiddette oğlu üzerinde geçerli kılıyor...”
***


Anlıyorum ki onun gözünde “Ben annemin erkek versiyonuyum...”

O öyle görüyor...

Yıllar yılı yetiştirdiği oğlu... Bilinçaltından başlayarak beynini biçimlendirdiği çocuğu...

İstediği gibi şekillendirmaya çalıştığı hayatındaki esas erkeğiyim ben annemin...

-”Bunlar beni burada tutmak istiyor; beni hastaneden çıkart...”

-”Bu kadın, yardımcı olmuyor; onu istemiyorum...”

-”Paralarımı sen al başkaları almasın...”

-”Bileziklerim yüzüğüm, sende kalsın...” deyişindeki tek adres olmak, ortak yalnızlığımızın hüznünü yaşatıyor bana...

***


Fark ediyorum ki, uzun yıllar boyunca “her şeyini kontrol ederek yaratmaya çalıştığı küçük çocuk“, aslında annemin bizzatihi kendisidir...

Benden başka gerçekte hayatında kimsenin olmadığına inanmaktadır...

“Oğlum; benim bir tanem“ dediği, aslında kendisidir...

Gurur okşayıcı gibi gözükse de bir kadının görünmez yalnızlığının hüzünlü bir tablosudur yaşadığımız...

Pazar günü kısmetse, ikimize ait yalnız ve tek kişilik kompartımandan ibaret tablomuzu yaşayacağız annemle birlikte...

“Seni seviyorum anneciğim“ mi desem?..

Yoksa “ben zaten senim“ mi desem, pek kestiremiyorum...

DİĞER YENİ YAZILAR