Lütfiye hanım...

Haberin Devamı

Eski İstanbul sosyetesinin oturduğu Şişli Bomonti semtinin dar sokaklarına dalmıştık...

Annem “Şişli’de Bomonti’de oturuyor... Ben de orada o evde büyüdüm...” demişti...

Nurhan Damcıoğlu’nun Lüküs Hayat kantosu gelmişti aklıma:

-”Şişli’de bir apartıman,...

Yoksa eğer halin yaman...

Nikel-kübik mobilyalar

Duvarda yağılı boyalar

***


iki tane otomobil

biri açık biri değil

aşçı, uşak, hizmetçiler

dolu mutfak, dolu kiler

***

Lütfiye hanım...
hanım gider sen gidersin

gündüzleri çaydan çaya

gece olur davetlisin

ya dineye (yemeğe), ya baloya

Lüküs hayat lüküs hayat

bak keyfine, yan gel de yat...

***


İstanbul’un yerleşik kentsoyluları Şişli’de ve Bomonti’de otururlardı eskiden...

Geçmişin hangi izafi ölçülerinde, “lüks bir hayat“ yaşamışlardı o semtlerde bilmiyorum, fakat benim çocukluğumdan itibaren, Şişli ve Bomonti orta halli İstanbul’lu ailelerin kentsoylu hayatlarını idame ettirdiği mütevazı bir semtti...

Lüks ve sosyetik hayatın çok uzaklarındaydı semt...

Ne ki sonradan görme bir hayatı benimsemeyen ‘gerçek şehirli, İstanbul’lu‘ bir geleneğin parçasıydı Şişli...

***


Eve çıktığımda yanılmadığımı anlamıştım...

Mütevazı evde, birkaç kuşaktan İstanbul’lu olduğu belli olan bir hanımefendi karşıladı bizi...

Lütfiye Hanım...

Elleriyle kahve yaptı...

Eski İstanbul evlerinde görülen tarzda bir kahve servisi yapmıştı...

Arkasından oturdu benimle ve kızıyla sohbet etmeye başladı...

Henüz Alzheimer hastalığının çok başlarındaydı...

***


Lüfiye Hanım’ın esasen benimle sohbet ettiğini, kızıyla ise “anne kız ilişkisi içinde sohbetten ziyade, küçük uyarılardan oluşan öğütler verdiğini“ görüyordum...

Kızına, “biricik küçük kızı“ şeklinde davranıyordu...

Sanki karşısında “Türkiye’nin konserlerinde sesiyle yıkıldığı“ dev bir sanatçı yoktu da; onun küçük kızı vardı...

Kızının hayatıyla ilgili günlük endişelerini söylüyor, onu incir kavuğunu doldurmayacak gibi görünen konularla ilgili uyarmaya çalışıyordu...

Bir anneydi ve sadece anneydi...

Nahif, samimi ve sakınan, koruyucu ve kollayıcı...

***


Kendi annemi karşımda görmüş gibi olmuştum...

O da benim yaşadığımı sandığım “büyük meselelerle“ ilgili görüş belirtmez;

-”Yemeğini yedin mi?.. Gece üstüne yorgan örtüyor musun?..” türü “küçük çocuğa yönelik“ sorular sorardı...

Sıkılır, biraz da utanırdım onun sorularından...

Yanımdaki minik dev sanatçının da benzer sorulardan bunaldığını fark ediyordum...

Hayatlarını üzerlerine kurdukları, tek çocuklarına; o tek varlıklarına, o en büyük ve aslında yegane projelerine aşırı düşkün annelerden biriydi Lütfiye Hanım...

***


16 yaşındaki küçük kızını “müzik piyasasının acımasız labirentlerinde“, yanından hiç ayrılmayarak koruyan bir kadındı o...

Plakçıların ve stüdyoların ışıklı ve tehlikeli labirentlerinde küçük kızına annelik, menajerlik, akıl hocalığı ve öğretmenlik yapmıştı...
Lütfiye hanım...
O gün; çok güzel sesli kızının, o güzel sesinin esas kaynağının Lütfiye Hanım olduğunu öğrenmiştim...

Onun evde saatlerce keyf içinde söylediği, şarkılar gün gelmiş minik bir kızın dev bir sanatçı olmasına yol açmıştı...

***


Hayat; anne ve babaların yarım kalan hülyalarının çocuklar üzerinden gerçekleşen rüyaları değil miydi aynı zamanda?..

Türkiye sahnelerde “minik dev sanatçıyı izlerken“ Lütfiye Hanım’ın mütevazı evinde saatlerce süren kişisel solo konserlerinin bir izdüşümünü yaşamaktaydı aslında...

Onun şarkı söylerken içinden geçtiği hülyalar, “genç kızın rüya bir hayatının“ ilhamı olmuştu...

minik dev sanatçı, annesinin şarkı söyleyişini izleye izleye, evde şarkı söylemeye başlamış ve inanılmaz sesi, gün gelip bütün Türkiye’yi etkisi altına almıştı...

***


Lütfiye Hanım’ı ikinci görüşüm bir Alzheimer merkezinde geçici bir süre bakım görmesi içindi...

Orada rahat etmedi...

Bir başkasına götürdük...

Çok ünlü bir merkezdi...

Hastalığı ilerlemişti Lütfiye Hanım’ın...

-”Profesyonel destek gerekiyor...” deniyordu...

Orada da kalmak istemedi...

Biricik kızı, ona özel bakım için yardımcı tuttu ve kendi evine aldı...

On yıldır ilerlemiş hastalığını; kızıyla beraber aynı evde kalarak geçirdi...

Tıpkı kızına, büyürken hep özel bakım gösterdiği, hep onu her şeyden sakındığı gibi, o da kızı tarafından özel bakımla bakılıyor, rahat ettirilmeye çalışılıyordu...

***


Hayatta insan ne ekerse onu biçiyordu...

Mazide ne yaptıysa, istikbalin bilinmeyen bir zaman diliminde o davranışları karşısında buluyordu...

Önceki gün; sabah kızımla bir ritüel halini almaya başlayan Pazar sporumuzu yapmak üzere evden çıkmıştık...

Daha birkaç adım atmıştık ki, telefonu çaldı kızımın...

Arkadaşlarıyla uzun sohbetler yaptığından; telefon konuşmalarına kulak kabartmıyordum kızımın...

Bir süre sonra kapattı telefonu...

Bana yanaştı; olabildiğince kısık bir sesle;

-”Baba, anneannem hastaneye gitmişti ya...” dedi...

-”Hastanede ölmüş bu sabah...”

Önce kısa bir sessizlik oldu...

Bir süre bir şey söylemedim...

-”Annenle mi konuşuyordun?..” dedim...

-”Evet...” dedi...

***


-”Onun bu dünyada bedeninin yaşadığı hayat sona erdi... Fakat ruhu yaşıyor... O ölmedi... Bu dünyadaki mecrası sona erdi... Ruhu yaşıyor...” dedim kızıma...

-”Babanın inancı bu kızım...”

Rahatladığını hissettim...

Gülümsedi; mutlu olmuştu...

Sonra annesinin, anneannesine yıllardır nasıl “iyi“ baktığını hatırlattım..

O da büyüdüğünde kendisini büyütürken hiçbir emekten ve fedakarlıktan kaçınmayan, onu her tehlikeden sakınan annesine aynı şekilde davranacaktı...

Kızımla onu konuştuk...

Sonra;

-”Bugüne kadar senin ona ihtiyacın, onun sana ihtiyacından daha fazlaydı... Bugünlerde onun sana ihtiyacı, senin ona ihtiyacından daha fazla...” dedim...

-”Onu bugünlerde hiç yalnız bırakma yavrum... Çünkü sen onun hayatındaki en değerli varlığısın...”

Başını yasladı omuzuma bir an için kızım...

Dediğimi anlamıştı...

***


Lütfiye Hanım’ı en son Çengelköy’de yeşillikler arasındaki bir mezarlığın yanıbaşındaki bir camide gördüm...

Tabuttaydı...

Son bir “helalleşme“ yaptım kendisiyle...

Belli ki artık veda vakti gelmişti...

DİĞER YENİ YAZILAR