Niko’yla Santorini’de buluşma...

Karşımdaki adam, Yunanlılara hiç benzemeyen, oralarda çok nadir görülen bir özelliğe sahipti...

Anglosaksonların; “cool” dediği, “sakin” bir tarzı vardı...

Atina’daki eski kız arkadaşım Eleni ve bir erkek arkadaşıyla İstanbul’a gelmişti Niko...

Sanatçıydı...

Santorini adasında seramik ve benzeri ürünler sergilediği ünü adayı aşan bir dükkanı vardı...

Hayatını Girit ve Santorini adaları arasında geçiriyor ve artık Atina’ya hiç uğramıyordu...

***


-”Ne zaman ayrıldın Atina’dan?..” diye sordum...

-”1989 yılında...” dedi...

-”Gitmiyor musun hiç?..” dedim..

-”Hayır...” dedi...

-”Onun için bu kadar sakin ve huzurlu görünüyorsun... Ancak Girit’te, Santorini’de, Atina’dan uzaklarda adalarda yaşayarak bu kadar sakin kalabilir insan... Atina’da bu halinle kalmana imkan yok...”

-”Oralarda yapacak hiçbir şeyim kalmadı...” dedi...

***


Bir sanatçının, yaratmak için ihtiyacı olan oksijenden bahsetmekteydi...

O oksijenin Atina gibi yerlerde, karbonmonoksite çevrildiğinin farkındaydı...

Kavga, gürültü, birbirini yeme ve karşındakinin celladkı olma kültürü hayatı çekilmez hale getiriyordu...

Ona bugüne kadar çokça dillendirmediğim bir şey söyledim...

-”Bazen...” dedim; “Düşünürüm...”

-”Atina’dayken gazete bana Londra muhabirliğini isteyip istemediğimi sormuştu... Hiç düşünmeden ‘hayır’ demiştim...

‘Hayır’ dememin nedeni, gazete için Londra’nın Atina kadar verimli olmamasıydı...

Manşet barındırmamasıydı...”

Ben hayata “manşetler ve gazeteler” olarak bakardım o sıralarda...

‘Londra’nın gazetecilikte Atina kadar verimli bir merkez olmadığına’ karar verdim... ‘Ne işim var Londra’da’ dedim...

Atina’daki bitmez tükenmez hesaplaşmaları, sonsuz çatışma ve çarpışmaları, demokrasinin özü sayıyor, gazetecilik için bunların elzem olduğunu zannediyordum...

Gazetecilik açısından mümbit alandı Atina...

Fakat zaman içinde gördüm ki, Yunanistan’daki bu çatışma ve hesaplaşma kültürü, sonunda ülkeyi iflasa kadar götürdü...

Aynı şey Türkiye’de de var...

Kanlı hesaplaşmalar, bu coğrafyanın ve Ortadoğu’nun alamet-i farikası...

Yunanistan bu konuda maalesef Türkiye’ye benziyor...

Ya da Türkiye Yunanistan’a...

***


Hiç hesaplaşma bitmezdi oralarda...

Temizlenme süreçleri, temizlenmenin temizlenmesi prosesi, arkasından temizlenenlerin iktidarı devralma süreçleri, nihayet devralanların devrilip yeniden arınma dönemine geçilmesi süreçleri...

Bu öldürücü süreçler boyunca sürekli bir ‘öteki’, bitmek bilmez bir ‘düşman yaratma’ ve toplumun gerile gerile, her gördüğü yerde birbirinin celladı haline gelen insanlar topluluğuna dönüşme psikozu yaşanıyordu...

Yunanistan’ın iflasın eşiğinde olduğunu söylediklerinde, ben Atina’da değildim...

Evim kadar iyi bildiğim şehre, arada bir uğrayıp kalıyordum...

Hiç şaşırmamıştım iflasa...

-”Bunca hesaplaşmanın; bunca düşman enerjinin aynı coğrafyada birbirine karşı varolmaya çalıştığı bir iklimde, tükeniş kaçınılmazdı...” diye içimden geçirmiştim...

Haberin Devamı



***


Hala grev yapıyorlardı, birbirlerinin gözünü oymak için uğraşıyorlardı...

Bu sefer de “krizden çıkmanın vebalini birbirlerinin omzuna yüklemek için...” savaşıyorlardı...

Niko;

-”Sen ne yapıyorsun İstanbul’da?..” dedi...

Cevap vermedim...

-”Gel göstereyim sana...” dedim...

Onu eve çalışma odama getirdim...

Binlerce kitabın arasında, önünden geçmekte olan suya baktı Niko...

-”Buradan çıkmıyorsun değil mi?..” dedi;

-”Gazeteye gitmiyorsun...”

-”Hayır...” dedim...

Bir süre sonra çocuklar geldi...

Onları öptüm, yanaklarını okşadım...

***


Santorini’de buluşmak üzere sözleştik Niko’yla...

Atina’dan ve İstanbul’dan çoook uzaklarda...

Ne güzeldir Santorini şimdi kim bilir?..

Yanardağ’ın üzerine kurulu adaya ilk gittiğimde, yanardağın volkanik patlamalarını gözümün önüne getirmiş, o volkanik topografyayı inceleyerek; denizi seyretmiştim...

Geçmiş volkanik patlamaların yarattığı coğrafyanın heyecanını duymuştum...

Geçmişte patlayan volkan bugüne nostaljik bir heyecan bırakıyor, dört yanı saran lacivert Ege o heyecanlı nostaljiye derinlik katıyordu...

Artık volkanik patlamalar yaşanmıyordu Santorini’de...

Aşk vardı ve sadece aşkın patlamaları yaşanıyordu adanın üzerinde...

ELENİ’YLE MELTEM’İN ARKADAŞLIĞI...

Yunanlı arkadaşlarımla uzun bir öğlen yemeğinden sonra ben yazıya geçtim...

Son günleriydi İstanbul’da...

Akşam ne yapmak istediklerini sordum...

Eleni’yle, Leon sakin bir akşam için bana bıraktılar programı...

Niko ise “göbek dansının da olduğu oryantal bir eğlence” arzuluyordu...

-”Benim o günlerim çok uzaklarda kaldı Niko... İstanbul’da nerede oryantal şov var onu bile bilmiyorum...” dedim... Akşam buluşmak için vedalaşırken, bir anda aklıma İzzet Çapa geldi...

Kendi kendime “pes” dedim...

-”Senin İzzet Çapa gibi bir arkadaşın olacak... Sen Yunanistan’dan gelen arkadaşlarına İstanbul’da oryantal bir şov merkezinin adresini bilmediğini söyleyeceksin...”

***


Günlerden Pazartesi...

İzzet’i arayıp bir sorayım dedim...

Hangi mekanı açık?..

Cahide mi Arabesque mi başkası mı?.. O söylesin ona göre program yapayım... Beş saniye sonra İzzet telefondaydı... -”Kardeşim; Yunanistan’dan çok sevdiğim arkadaşlarım geldi... Senin dükkanların eğlence türüne meraklılar... Hangisine gidelim?..”

-”Reha Abi bugün Pazartesi herhalde Cahide açıktır, bir bakayım...” demez mi...

-”İzzet sen holding patronu olmuşsun galiba...” dedim;

-”Artık geceleri hangi mekanının açık olduğunu bile bilmiyorsun...”

***


Mütevaziliğinden lafı değiştirmeye çalıştı, fakat bir kere yakaladım bırakmayacaktım...

-”Sen şimdi İzzet Çapa olarak Pazartesi gecesi İstanbul’da sahibi olduğun hangi mekanının açık olduğunu bilmiyor musun?..”

Bilmiyordu...

Gerçekten bilmiyordu...

Kısa bir süre sonra sağ kolu Barış aradı çünkü...

Cahide Pazartesi geceleri kapalıydı... Arabesque açıktı...

Ben İzzet’e ironi yaparken masalar ayarlandı, Yunanlı arkadaşlarım benden önce oraya gittiler...

Bir zamanlar Banliyö olarak hizmet veren mekana, en son dört yıl önce geldiğimi hatırladım...

Bu dört yıl içinde hayatımda her şey değişmişti...

***


Çocuklarıma sahip olmak, çocuklarımı büyütmek, Türkiye’nin düşman coğrafyasında çocuklarım için hayatta ve ayakta kalabilmek için tarifi mümkün olmayan dehlizlerden geçmiştim?..

İki yanımda yatan iki çocuğuma geceler boyu sarılıp, kaç yüz gece, dışardaki yıldızları endişe ve umut içinde seyretmiştim kim bilir?..

Ne gece eğlencesi, ne gece mekanı, ne içki, ne sigara her şeye oruçlu; meşakkatli bir süreci hayatıma katık etmiştim?...

İzzet’in eğlence mekanlarının sahibi olduğunu bile hatırlayamayacak durumdaydım...

***


Eleni Giritli’ydi...

Zaman zaman Atina’da konuşurken; “İşsiz kalırsan, Hanya’da denize yakın bir evim var... Orada kalırız...” derdi bana...

Bir ara sigara içmek için dışarı çıktı... Geldiğinde gözünde yaşlar vardı...

-”Dışarıda bir Türk kızıyla tanıştım...” dedi...

-”Benim gibi Giritli... Ailesi oradan gelmiş... Adı Meltem... Ona Meltem’in Yunancasının meltemi olduğunu söyledim...

Belli ki ailesi adada esen meltemi’den esinlerek kızlarının ismini Meltem koymuştu...“

Sonra Meltem’le tanıştım...

Mübadelede Girit’ten gelen ailesinin yaşadığı zorlukları anlattı...

Ailesinin Türkçe’yi bile doğru düzgün konuşamadan geldiğini, ata topraklarından uzak kalmanın verdiği yalnızlıkları bir bir anlattı... Eleni ağlıyordu...

Biri Türk biri Yunanlı iki Girit’li kadının arasında kalmış hayatı yeniden okumaya çalışıyordum...

***


Yaşadığım meşakkatli dört yıl sona ermiş, ben yeniden hayata dönmüştüm... Canım fena halde Atina’ya gitmek ve kırılmamış bütün tabakları kırmak istiyordu...

Eski günlerdeki gibi...

DİĞER YENİ YAZILAR