Babasına sarılan küçük kız çocuğu...

Haberin Devamı

Küçük kız babasının biricik aşkıydı...

Kendinden küçük kız kardeşi ve kundakta bebek olan yeni doğmuş kardeşiyle birlikte üç kardeştiler...

Babası için hayatta vazgeçilmez tek şey ilk kızıydı...

Yakışıklı, tatlı, romantik ve sevecen bir karakterdi baba...

Rüyaları olan, hayal dünyasının romantik güzelliklerinde dolaşan, dışarıdaki dünyanın hırtlığı ve acımasızlığı karşısında ne yapacağını pek beceremeyen bir kişiydi...

***


Karşılaştığı hiçbir sorun, onu mutsuz etmiyor gözüküyordu...

Oturdukları muhteşem evden çıkmak zorunda kalıyorlar, dert etmiyordu...

Evden taşınırken arabaya verecekleri paraları yoktu...

Kızı kucağında ona şarkılar söyleyerek yürümeyi deniyordu...

Adeta tecrit edilmiş bir çiftlik evine yerleşmek zorunda kalıyorlar, kızına ata binmenin güzelliklerini anlatıyordu...

Kırlarda kızıyla hayal dünyasının renkli oyunlarını oynuyordu baba, arka arkaya işini kaybederken...

***


Babasının biricik aşkı olan küçük kız için hayat, babasının ona can veren sıcak bakışlarındaydı...

Babasına sarılan küçük kız çocuğu...Mutluluğu onun davranışlarıydı...

Onun söylediklerini bir öğreti olarak benimsiyordu...

Tartışılmaz doğrular olarak kabul ediyordu...

Ona tapıyordu...

Babasının da ona taptığını biliyordu...

Babasından, anlattıklarından, onun hayallerinden ve sevgisinden başka kimselerin olmadığı bir yaşam, genç kızın bilinçaltına babasının sevecen yüzüyle yerleşiyordu...

***


İlerde hiçbir şey babasının yerini tutamayacaktı...

Hiçbir erkek babası kadar mükemmel olamayacaktı...

Fakat bir gün, hayatla bir türlü baş edemeyen babası kızına verdiği sözü tutamadı...

Çok sevdiği kızından ayrılmak zorunda kaldı...

Küçük kız için yıllar geçse de üstünden atamayacağı bir yıkımdı yaşadığı...

Neredeyse bütün bir yaşamı boyunca affedemeyeceği ve içinden çıkamayacağı bir trajedi halini aldı bu durum...

Tüm bunlar aslında gerçek hayattan alınma bir öykünün parçalarıydı...

***


Çocukların aşık olduğu Mary Poppins tiplemesinin mucidi P.L. Travers’ın hayatıydı bu yaşananlar...

Bugün vizyona girecek olan ve Tom Hanks ile Emma Thompson’ın başrolünü oynadığı Mr. Banks filminin öyküsüydü anlatılanlar...

***


Baba-kız aşkları; yaşamın en imrenilen “rüya”larından biriydi...

Ancak baba kız aşkının “psişik bir bağlanma olmaktan çıkıp”, gerçek ve sevgi dolu bir aşk halini alabilmesi, yaşadığım hayatın önemli dilemalarından biriydi...

Kızıyla aşk yaşayan baba “onunla başkasının giremeyeceği başbaşa bir hayat” kurma yerine, kızını hayata hazırlamayı düşünseydi farklı olabilirdi hayat...

Kızını, bilinç altında kendine her daim muhtaç etmek yerine, hayatın getirdiklerinin yalnız başına üstesinden gelebilmeyi öğretebilseydi, dramı daha düşük, hayat kalitesi daha yüksek bir yaşamı kızına armağan edebilirdi...

***


Travers’ın babası bunu yapamadı...

Çok “baba”nın kızı için yapamadığı gibi...

O “kendi hayat mecrasında karşılaştıklarının üstesinden gelememişti” ki, kızına onlarla başa çıkabilmesini öğretebilsin...

Bunun yerine, üstesinden gelemediği hayatın bütün zorluklarını, “kızının kendisine olan hayran bakışlarına” sığınarak çözmeye çalışmıştı...

Onunla “teselli bulmuş” ama ona fiziken kendisinin olmayacağı bir geleceğin kapısını aralamamıştı...

Kızını geleceğe kurban ettiğinin farkında değildi...

***


Travers, “ailevi acılarını kendine katık edip büyük başarılara sahip bir yazar olabilirdi”, ilerde...

Ancak mutluluk başarıyla doğru orantılı değildi...

Nice şatafat; sahiplerine mutluluk getirmiyor, onları kör acılar içerisinde kıvranmaktan kurtarmıyordu...

***


İnsanın kendisiyle barışabilmesi ve mutluluğu yakalayabilmek için, hayatın doğal mecrasını, kendi natüründe yaşamasını becerebilmesi gerekiyordu...

Baba-kız aşkı hayatın en özenilesi, en sevilesi, en hayal edilesi aşkıydı...

Yirmi altı-yirmi yedi yıl önce, Atina’da bir gece 21 sularında açık havada tavernada oturmuş yemek yiyor sohbet ediyorduk...

Eşim ve bir arkadaşım vardı...

Dipteki masalardan birinde 7-8 yaşlarında bir kız çocuğunun, hafif rahatsızlandığını ve eve gitmek için direttiğini fark ettim...

Masalarına yemek henüz gelmişti, daha yememişlerdi...

***


Kızının “sevgi dolu, yalvaran bakışlarını gören babası”, hemen hesabı istedi ve kızını kucağına alıp, tavernadan ayrıldı...

Küçük kızın babasının kucağında ona sarılışını ve onda hissettiği güven duygusunu ve hayranlığı gözlerinden okuyordum...

Dünyanın en mutlu insanının hali vardı o sırada küçük kızın yüzünde...

Baba kız aşkını daha tatmadığım ve yaşamak için uzun süre bekleyeceğim yıllardı o yıllar...

Çok uzaklardaydı benim için o duyguyu yaşayabilmek o sırada...

İçimin bir tuhaf olduğunu hissetmiştim...

Küçük kızın babasına sarılışındaki, güven duygusunun yerini hiçbir şeyin almayacağını fark etmiştim...

Kızının güven duygusunu, kendi erkeklik gururuna ve egosuna kurban etmemek...

Sanıyorum bir “baba”nın ödevi bu...

TÜRKİYE’DEN UZAKLARDA AMERİKA’DA...

Ne kadar farklı bir hayat var buralarda Türkiye’dekinden...

Kaliforniya’dayım...

Amerika’nın Pasifik sahillerindeki eyaletinde, Los Angeles’ta geçiriyorum iki haftamı...

Sabah erken başlıyor hayat buralarda...

Herkesin dışarı çıktığı ve eğlendiği Cumartesi geceleri hariç, haftanın her günü ve saati, okyanus boyu spor yapan insanların şehri bu şehir...

Bisiklet, koşma, yürüme, kaykay, basketbol, futbol, tenis yapan onbinlerce insan, sahil boyunu dolduruyorlar...

***


Kentin gündüzleri güneşle ısınan, akşamları biraz soğuyan ılıman bir havası var...

Şehir havanın ve yaşam tarzının etkisiyle, barışçı ve huzur dolu...

Kavga eden kimselere rastlamıyorsunuz sokaklarda...

Trafik çok sıkışık olmasına rağmen, hiçbir sorun yaşanmıyor sürücüler arasında...

Sarhoş görmüyorsunuz, hiçbir zaman hiçbir yerde...

Hollywood taraflarında barlarda, hayatın biraz karmaşık olduğu söyleniyor...

Şehrin diğer semtlerinde hayat steril, kavgasız ve gürültüsüz...

***


Buradan baktığımda, aynı dünyanın, aynı evren aynı türün canlıları olarak, aynı kategoride yaşadığımız bu insanlarla, kurduğumuz sistemler arasındaki farkı sorguluyorum...

Nasıl oluyor da bu insanlar, böyle ağır kavgaların ve hesaplaşmaların içine girmeden, hayatı nisbi bir barış ve huzur içinde geçirebiliyorlar...

Oysa aralarında büyük bir rekabetin var olduğunu öğreniyorum...

Mesleki rekabet had safhada... En iyi olmak için inanılmaz bir mücadele veriliyor buralarda...

***


Ancak bu amansız rekabet, “korkunç bir hesaplaşmanın ve birbirini yok etmenin parçası” haline gelmiyor bu taraflarda...

İnsanlar arası çelişkiler burada ne kadar uzlaşmazsa, bizde de o kadar uzlaşmaz..

Ya da buralarda ne kadar uzlaşılabilirse, Türkiye’de de o kadar uzlaşılabilir...

Ve fakat arada dağlar var...

Hayat Türkiye’de sürekli savaşı gündemde tutuyor, buralarda ise hoşgörü ve sinerjiyi...

Bunu “bulunduğum coğrafyanın hayati çıkarlara egemen mümbit arazisine bağlamaktan” sıkıldım artık ben...

Çocukluğumdan beri, herkesin gözünün olduğu bu coğrafyayı korumak için neler yapmamız gerektiğini dinleyip duruyorum...

Sonuçta Los Angeles ve Kaliforniya da çok güzel ve nedense buraları korumak için adamlar sürekli birbirleriyle kavga etmiyorlar...

***


Ya egolarını kontrol ediyor, ya da uzlaşının ve bir arada yaşamanın bir formülünü üretiyorlar...

Buralardan “bizim savaştığımız coğrafyalar mümbit araziden ziyade, talihsiz topraklar olarak gözüküyorlar...”

DİĞER YENİ YAZILAR