Depremde sarsılırken... Nietzsche’nin platonik aşkını okuyordum...

Haberin Devamı

Dün Antalya’da deprem oldu...

Friedrich Nietzsche’nin uğruna her şeyi göze aldığı, uğruna arkadaşıyla kavga ettiği, fakat bir türlü karşılık bulamadığı Lou’ya olan platonik aşkını okuyordum...

Odada yalnızdım...

Çocuklar oyun parkının içinde bulunan cep sinemasında film izliyorlardı...

Bense kendime yaptığım portatif çalışma odasında, Nietzsche’nin ölümüne neden olan aşkını okuyordum...

***


Sarsılmaya başladı kaldığım bina ve oda...

Güçlü, etkili ve hissedilir bir şekilde...

Yıllar önce bir Ağustos depreminde, delice sarsıldığım o geceyi hatırladım birden...

O zaman da bir otel odasında tek başınaydım...

Herkes dışarı fırlamıştı...

Bense odadan çıkmamış, depreme ve tabiata inat, ara ara yatağa kıvrılıp uyumaya çalışmıştım...

***


Böyle anlarda insanın aklına ilginç şeyler geliyor...

Antalya’yı düşündüm...

-”Burası deprem bölgesi miydi acaba?..” diye içimden geçti...

Deprem bölgesi değilse, “bundan bir şey olmaz” deyip, rahatlayacak, umursamayacaktım...

Şimşek çaktı yağmur boşalmaya başladı...

Depremin gerçekliği o esnada kafama dank etti...

***


Böyle anlarda belli belirsiz bilgiler uçuşuyor kafanızda...

Çocukluğumdan deprem deyince aklımda kalan bir kapı kirişi meselesi var...

Böyle anlarda daha sonra öğrendikleriniz aklınızdan gidiyor...

Kapı kirişinin altı güvenli miydi, değil miydi apışıp kalıyorsunuz...

Güvenli olmadığını, bir kez daha öğrendik bu vesileyle...

***


Zaten kendimi pek düşünecek fırsatım yoktu...

Apar topar; çocuklara mukayyet olan ‘abi’lerini aradım...

Cep telefonu çalışıyordu...

Rahatladım...

Ağustos depremi gibi ağır değildi demek ki...

O gece telefonlar çalışmıyor kesilip duruyordu çünkü...

***


-”Neredesiniz?..” dedim...

-”Küçük sinema salonunda film seyrediyoruz...” dedi...

-”Dışarı çıkın şimdi... Biraz sonra bana haber ver, orada ne yaptıklarını...”

Telefon etti bir süre sonra...

-”Burada ek bir önlem almadılar...” dedi...

İstanbul’u aramam gerekir mi diye düşündüm, anneyi, babayı, aileyi...

İstanbul; Antalya’ya çok uzaktı...

Depremin orada olması ihtimali yoktu... Arayıp da etrafı iyice korkutmayayım diye düşünüp, çocuklarla ilgili kararlar vermeye çalıştım...

En kötü şey böyle anlarda karar vermekti...

***


-”Çıkın oradan” desen, çocuklar yağmurda dışarıda bekleyip hastalanacaklardı...

-”İçeride kalın” desen, “ya bir şey olur da, verdiğin karar bu duruma müsebbip olursa” diye kendini affetmeyecektin...

Berbat bir durumdu...

Nietzsche’nin platonik aşkı Lou’ya duyduğu ızdırap, çaresizlik, üzüntü, acı ve bilinmezlik ‘hafif’ kalıyordu; ‘depremde yaşadığım birkaç dakikalık kararsızlık’ karşısında...

***


On dakika sonra, cep telefonuma mesaj geldi...

-“Antalya’da 6 şiddetinde deprem oldu...”

Bu 6 şiddetinde depremden oldum olası ürkerdim...

Merkezi tam neresi bilmiyordum...

Fakat bu 6 şiddeti, can alacak boyutlarda hasarlara yol açar mı açmaz mı, hiçbir zaman tam kestiremezdim...

Bu konuda şaşmaz kılavuzum 7.4 şiddetindeki Ağustos depremiydi...

Nelere mal olduğunu bildiğimden; 6 denilen şiddet neye mal olacak tam kestiremiyordum...

***


O trajik deprem; bütün gece sürdüğü yetmezmiş gibi, günlerce artçı depremlerle devam etmişti...

Yarıklar halinde bir vadiye helikopterle inmiştik İzmit yakınlarına...

Yarıklardan atlaya atlaya geçerek, felaketin merkezlerinden birine ulaşmıştım...

O felaketi yaşayıp, yayın yaptıktan sonra, hiçbir şeyi umursamaz olmuştum...

Ertesi gün İstanbul’da ara ara deprem oluyordu...

SHOW’un merkezi bir benzincinin bitişiğiydi...

Her an bir yangın çıkabilir, biz de bina içinde diri diri yanabilirdik...

Yarım saatte bir, yangın tehlikesi içindeki binanın, iki kat yerin altındaki stüdyosuna gidiyor ‘canlı yayına’ giriyordum...

Birkaç kez, stüdyodayken sallanmaya başladı bina...

Yerin iki kat dibinden bir daha çıkma şansımızın olmayacağı anlardı onlar...

Kameramanlar, koşup yukarı doğru kaçmaya çalışıyorlardı...

Bense arkalarından bağırıyordum;

-”Gitmeyin yayını yapalım... Böyle daha fazla duygu aktarabiliriz izleyiciye...”

***


Dinlemiyor koşuyorlardı...

Kızmam gerekir diye düşünüyor, kızar gibi oluyordum...

Ama yine dinlemiyor, yine aşağı inmek istemiyordu kameramanlar...

Sonunda çok sevdiğim yönetmenim Caner’i bana göndermişlerdi:

-”Abi çocuklar, inmek istemiyorlar... Her an altında kalırız bütün binanın... Sen de anlayışlı ol abi...”

Don Kişot’vari bir ‘habercilik anlayışı’nın ‘ölüme her an meydan okuyan’ gizli şizofrenisinin etkisi altında “gazeteciliğin hayatta her şeyden daha önemli olduğunu” sanıyordum...

***


O zamanlar “haberciliğin, güç merkezlerinin, derin odakların, para ve sermaye oligarklarının, geniş kitlelerin ‘algı yönetimi’ni belirlemek için” kulladıkları bir “araç”tan ibaret olduğunun farkında değildim henüz...

Sınıflar üstü, mümkün mertebe objektif bir habercilik yapılabileceğini düşünüyordum safça... O kadar “sınıflar üstü”ydük ki, ölmemizde bir sakınca yoktu kahramanca!!! habercilik yaparken...

***


Dün depremi yaşarken bunlar geldi aklıma...

O depremden bu depreme benim kafamdaki bütün habercilik ve gazetecilik değerleri altüst oluş, bir daha yerine konulamayacak biçimde tarumar olmuştu...

Nietzsche’nin Lou’ya duyduğu platonik aşkın, onun hayatında nasıl bir kadın düşmanlığını tetiklediğini okumaktaydım artık deprem olduğunda odamda...

Neyse çocuklar mutlu görünüyorlardı...

Fark etmemişlerdi depremi yavrucuklar...

“Ne Antalya’daki, ne de babalarının hayatındaki ve mesleğindeki korkunç depremleri...”

Aşkın köle olma hali...

“Nietzsche; Aşkın; seveni bilinçsizce zorlayan, ‘sevilenle birlikte olma isteğine’ hep yenik düşer... Aşkını vermeyen Lou’nun kölesi gibi onun istemlerine boyun eğer... Aşkın kölesidir...”

Böyle diyor Mehmet İnanç Turan, Nietzsche’nin ızdırap dolu aşkını anlatırken...

***


Karşılık bulamadığı Lou’ya ünlü filozofun yazdığı muktuptaki çaresizliği okumaya devam ediyorum, depremi izleyen dakikalarda odamda:

“Lou,

Ne kadar büyük bir acı çekiyorum...

Senin kadar zavallı bir insanla hiç uğraşmamıştım...

Bihaber ama kurnaz...

Bilinen şeyleri değiştirmekte usta...

Bu kusurunda zevksiz ve naif...

Küçük meselelerde dürüst ve adil, genellikle inatçılık göstermiyor...

Mesele daha büyük olunca, yaşama karşı tavrı tam anlamıyla...

Sahtekarca...

Alıp verme konularında duyarsız...

Sevgi konusunda ruhsuz ve kifayetsiz...

Şefkat konusunda hastalıklı ve deliliğin sınırında...

Kendisine iyiliği dokunanlara nankör ve hayasız...

Bilhassa

Güvenilmez

Ahlaksız...

***


Şeref konusuna olgunlaşmamış...

Ruhun ilkel işaretlerine haiz bir beyne sahip...

Kedi karakterli, ev kedisi kılığında yırtıcı bir hayvan...

Kendisinden daha soylu kişilerle girdiği ilişkiler dışında...

Soylulukla ilgisi olmayan...

Güçlü bir irade ama yeterince bir hedef sahibi olmayan...

Çalışkanlık ve iffetten nasibini almamış...

Zalim bir duyarlılığa sahip...

Cinsel körelme ve erteleme sonucu çocuksu bir egoizm...

İnsana karşı sevgi duymayan, ama Tanrı’yı seven...

Gelişmeye muhtaç...

Erkeklerin cinselliği ile ilgili kısıtlamaları olan hilekar...

Sevgiler F. Nietzsche”

***


Böyle yazıyor 20. yüzyıla damgasını vuran ünlü filozof Nietzsche genç kadına...

Bir erkeğin bir kadın karşısında, çaresizliğinin ve zavallılığının ‘filozofluğuyla hiçbir şekilde tedavi edilemeyeceğini’ gösteren ne muhteşem bir örnek bu mektup...

Maxx Royal’daki tatil bitti; artık İstanbul’a dönüyoruz...

DİĞER YENİ YAZILAR