Kıskançlık krizine giren bir kadının intikamının sınırsızlığı...

Haberin Devamı

Zengin kocasıyla, New York’ta mükemmele yakın bir hayat yaşıyor Jasmine...

Bir süre sonra gireceği “kıskançlık krizinin kadın egosunda yaratacağı sınırsız tahribatın” farkında değil...

Her şeyi var...

En şık kıyafetleri satın alabiliyor ve giyiyor...

New York şehrinde “en mükemmel ev partilerini” veren kadınlardan biri...

İyi yetişen bir oğlu, yakışıklı bir kocası, çok güzel bir evi, cinsel hayatı yerinde olan bir evliliği var...

Kocası onu hiçbir şeyden mahrum etmez gözüküyor...

Tek sorun, kocasının işlerinin dışardan “biraz üçkağıtçılık ve düzenbazlık” kokması...

O da, o sıralarda mükemmel bir hayat yaşayan Jasmine’i pek rahatsız etmiyor...

***


Jasmine’in hayatı, kocasının kendisini Fransız bakıcı kızla, aldattığını öğrenmesiyle “bir anda altüst oluyor, trajik bir hal alıyor...”

Aldatıldığını öğrendiği anda,

kocasının aynı zamanda kocasını da tanıdıkları yakın çevrelerinden bir kadınla, spor hocasıyla, genç ve güzel kadın avukatıyla da ilişki yaşamış olduğunu öğreniyor...

Kocası, genç bakıcı kadınla Paris’in ünlü bir otelinde aşk dolu bir tatil kaçamağı da yapıyor...

En kötüsü ise kocası bütün bunları itiraf etmek zorunda kalırken; “Diğer kadınlarla yaşadıklarının sadece birer ilişki olduğunu” söylüyor; “Ancak bu seferkinin ciddi olduğunu ve artık karısından ayrılmak zorunda olduğunu” belirtiyor...

Jasmine’in dayanamayacağı gerçek bu oluyor...

***


Woody Allen’in yazıp yönettiği senaryoda, çok sonraları anlıyoruz ki; Jasmine bu korkutucu gerçekle karşılaştığında, kırılan kadın egosunu tamir etmek için en korkutucu intikamlardan birini almak üzere harekete geçiyor...

Kocasının düzenbazlık kokan ilişkilerini FBI’a ihbar etmek üzere telefona sarılıyor...

Kocasının bir düzenbaz ve hilekar olduğunu söyleyerek, tutuklanmasını sağlıyor...

Buna o sırada şahit olan oğlu annesini bir daha hiçbir zaman affetmiyor...

Jasmine’in kocası hapiste intihar ediyor...

Kadın, böylesine ağır yüklerin altında ezilirken, kendisine başka bir şehirde, üvey kız kardeşinin yanında yeni bir hayat kurmaya çalışıyor...

***


Woody Allen, Allah’tan oynamıyor filmde...

İlişkiler, karamsarlıklar, umutsuzluklar ve biteviyelik; detaylarla birleştiğinde tipik bir Woody Allen filmi...

- “Kendisi iyi ki filmde oynamıyor...” diye düşünüyorum...

- “Bir de oynasa o melankolik haliyle filmdeki grift kadın erkek ilişkileri hiç çekilmezdi bunca

Woody Allen filminden sonra...”

Böylesine zeki, böylesine derin analiz yapan, böylesine ironi içeren filmlerden sonra “nedir bana

Woody Allen’ı bir türlü sevdiremeyen özellik?..” diye düşünüyorum...

***


- “Filmin içine ve senaryosuna bir sis gibi çöken umutsuzluk ve karamsarlık beni rahatsız ediyor hiç kuşku yok ki...”

Filmleri mutsuz sonla bitmiyor Allen’ın...

Mutlu ya da mutsuz son değil benim derdim...

Tersine hayatımı etkileyen en klasik sinema başyapıtları, mesela;

Love Story mutsuz sonla bitiyordu...

Dr. Jivago keza...

“Leon The Professional...”

Forrest Gump, Akıl Oyunları, God Father, Senden Bana Kalan, Hayat Güzeldir;

Hepsi hüzünlere sevk ederek, insanın içini acıtarak biterler...

Mutsuz Son, Mutlu Son’dan daha kalıcıdır duygusal perspektiften bakıldığında bir sinema seyircisi için...

Ancak Woody Allen’ın filmleri mutsuz son değil, ‘umutsuz bir son’la bitiyor...

Başı sonu umutsuz, içi ise karamsar bir kesit sunuyor filmlerinde Woody Allen izleyiciye...

Bunu Manhattan tipi bir “ironi” ve zeki karakter çözümlemeleriyle süsleyip, bireysel hayat trajedilerinden çarpıcı öyküler çıkartıyor karşımıza...

***


Hayatın derin dramalarından geçiyoruz bizler ömrümüz boyunca...

Fakat karanlıkların en dip yaptığı noktalarda, hayatın en ve dayanılmaz olduğunu hissettiğimiz anlarda bile, “zamanını belli olmayan bir istikbale duyduğumuz umut” yeşeriyor içimizde...

O umut hayatın iksiri oluyor hepimiz için, her daim...

Her şeye rağmen içimizdeki kahramanın ölmeyeceğini, ölse bile geleceğe matuf bir “mutlu son” yaratacağına olan inanç, bizi en derin hüzünlerde umutlu kılıyor...

Ne yazık ki Woody Allen’da bu duygu yok...

Karamsar ve karamsarlığı teğet geçebilmek için, hayata ve drama yabancı... Drama yabancı olunca, umuda ve mutluluğa da yabancı oluyor insan...

***


Filme gelince;

Jasmine’in kocasından aldığı kadınsı intikam ve sonrasında yaşadığı kişisel trajedi; tam Woody Allen’a layık dört başı mamur bir şekilde işleniyor...

- “Nasıl bakıcı bir kadınla, Paris’in ünlü Ritz otelinde kaçamak yaparsın?.. Paris’te işin olduğunu bana söylemiyor, çünkü biliyor ki Paris’e ben de onunla gitmek isteyeceğim... O ise genç bakıcı kadınla gidiyor... Gidebiliyor... Bunu bana yapabiliyor yani!..”

Tanıdık bir tirad bu...

Tanıdık kadınsı bir intikam da bu tiradın arkasından geliveriyor zaten...

Yine tanıdık ve sürükleyici bir trajediyi peşine takarak...

WOODY ALLEN OĞLUNUN FRANK SİNATRA’DAN OLDUĞUNU ÖĞRENİNCE...

Woody Allen’ın kadın erkek ilişkilerinde umutsuz ve karamsar dünyasını izlediğim Blue Jasmine’den birkaç gün sonra, dün kendi evlilik hayatında patlayan bombayı görüyorum...

Eski karısı Mia Farrow; Woody Allen’la evlilikleri sırasında doğan ve şimdi 25 yaşında olan oğulları Ronan’ın babasının, o zamanki kocası Woody Allen değil; ilişkisini devam ettirdiği eski eşi ünlü şarkıcı Frank Sinatra olduğunu açıklıyor...

***


Gerçekten; 25 yaşına gelen Ronan’ın fiziksel özellikleri, inanılmaz derecede Frank Sinatra’ya benziyor...

Woody Allen ise; Mia Farrow’un evlat edindiği kızıyla, ilişkiye girmiş ve Farrow’la evliliği bitirip onunla evlenmişti...

Bir kez daha anlıyorum ki; hayatta büyük sanatçıların ve yaratıcıların ortaya çıkardıkları eserler ve ürünler, büyük ölçüde kendi hayatlarından yansımalar taşıyorlar...

Filmlerindeki grift kadın erkek ilişkileri, dramlar ve mutsuzluk ve umutsuz perspektifle ne kadar ilintili Woody Allen’ın kendi hayatında yaşadıkları...

***


Gerçekte herkes hayatında büyük dramlar yaşıyor, trajedilerden geçiyor...

Bazıları bu kişisel dramlardan filmler, romanlar, şiirler, ölümsüz edebi eserler çıkarıyor...

Yarattıklarıyla rehabilite oluyor...

Woody Allen bunlardan biri...

Bazıları yaşadıkları bu ihanetlerden, “kötülüklere gebelik tohumluyor...”

Kötülük saçıyor, “kötü” oluyor ve hayat boyu kötülükler yapıp, kendileri için daha büyük kötülüklere zemin hazırlıyor...

Onların enerjisi çevrelerine zarar veriyor, hayatlarından bela hiç eksik olmuyor...

Bazıları ise, “hayatta karşılaşılan tüm sınavlardan, bunların ruhun gelişmesi ve tekamülü için bir araç olduğunu fark ederek” geçiyorlar... Karşılaştıkları her ibretlik dersin, ruhlarında şekillendirdiği olgunlukları sindirip, her gün daha fazla bilgeleşerek hayat yolculuğuna devam ediyorlar...

Elton John’un Diana için söylediği Goodbye England’s Rose (Güle Güle İngiltere’nin Gülü) parçasını dinliyorum şimdi...

Yazı biterken,parça da bitiyor...

Kim bilir nerededir; ne yapıyordur Diana’nın ruhu şimdilerde?..

Güle Güle İngiltere’nin Gülü diye seslenmek geliyor birden içimden ona...

Bulutların üstünde gezen ruhuna...

Goodbye England’s Rose...

DİĞER YENİ YAZILAR