Ethem’in akan kanının gerçek sorumluları kim?..

Haberin Devamı

O günü; bugün gibi hatırlıyorum...

Sıtkımın sıyrıldığı, kullanıldığımı hissettiğim, hayatımın üzerinden güç ve iktidar kavgalarının yapıldığını fark ettiğim, “bir daha kendimi böyle rezilane bir şekilde kullandırtmam” dediğim gün gözümün önünden gitmiyor...

36 arkadaşın öldüğü, kanlı 1 Mayıs’ın üzerinden iki buçuk yıl geçmişti...

Gencecik hayatımın, en fırtınalı, ölümle burun buruna geçen iki buçuk yılıydı o yıllar...

Hayatının 2.5 yılını, silah ve panzer sesleri arasında, her dakika kimliği belirsiz bir saldırıya uğramakla, polis tarafından içeri alınarak işkence görme ihtimali arasında tahteravalli oynayan bir gencin, “dipsiz kuyulardaki hayatının bir serüveni” gibiydi yaşadığım...

Davulun sesi nostaljik ve romantik gelse de, gerçek 18 ila 20 yaş arasını ölümlerden ölüm beğenerek, karanlık dehlizlerin girdaplarında geçiren bir genç için sadece yaşamış olmak, “hayatın en büyük lükslerinden” birisiydi...

***


Yanımda yaralanan arkadaşlarım, üç beş adım ötede ölen yoldaşlarım vardı...

İçerilere girmiş, hapislerde yatmış, mücadele uğruna “hayatını hiçe saymış yiğitler” seni manen oralardan hiç kopmaman için çekiştirmekteydiler...

- “Mücadeleye devam etmeyip, yarı yolda bırakırsan, kendine ve mücadelene ihanet etmiş olurdun...”

Öte yandan, kalıp “mücadele”ye devam edersen, yararına artık inanmadığın eylemlerin önünde sonunda “polisle karşı karşıya gelip, ya kurşunu yiyecek ya da işkencecilerle yüz yüze gelecektin...”

1980’in Ocak ayıydı...

Hayatın ölümlerden ölüm beğenmeni istediği karlı ve güneşli bir Ankara günüydü...

***


Okula egemen olan fraksiyonun temsilcilerinden biri, aniden sınıfa girdi;

- “Arkadaşlar...” dedi... “Sınıflardan ve okuldan çıkmıyoruz... Boykot var...”

“Devrimci arkadaş”ların kapıdan girip, bunu söyleyip gittiği zamanlarda, öğrenci kitlesi “yapacak hiçbir şeyi olmadığından” duruma uygun davranmak zorunda kalırdı...

Karşı çıksa, “devrimci şiddet”, karşı çıkmasa “dışardaki polis şiddetiyle” karşı karşıya kalırdı...

Bu durumda yapacak tek şey, hiçbir şey yapmadan beklemek, istemeden okulun fiili işgaline pasif olarak katılmaktı...

***


Okulu işgale karar veren arkadaşlardan farklı düşünen devrimciler, fraksiyonlar, böyle günlerde, “boykota ya da işgale karşı çıkamaz, fazla soru da soramazlardı...”

- “Eylemi mi sabote ediyorsun sen arkadaş?..” suçlamasına hedef olur, karşı devrimci sıfatıyla kafalarının sopalarla yarılmasına maruz kalırlardı...

Devrimciydim; fakat o arkadaşların dışarıda polis panzeri beklerken başlattığı okul işgali eylemini desteklemiyordum...

Nedeni basitti... Arkadaşlar bir süre okul içinde bağırıp çağıracak, kantinde sloganlar atacak sonra okul çıkışında bekleyen polisle çatışacaklardı...

Başka hiçbir çıkış ve yol yoktu...

Amaçları en geniş kitlenin beraberlerinde okul işgalinde bulunması ve okul çıkışı polisle çatışma esnasında yaratılacak kargaşada, profesyonel bir maharetle aradan sıvışmalarıydı...

Suçsuz öğrencilerden bir kısmı polis dayağı yiyerek içeri alınacak, o sırada eylemi yapan profesyonel unsurlar!! sırra kadem basacaklardı...

Ellerinde defterleri kitapları derse gelmiş zavallı öğrenciler ise, dışarda panzerle bekleyen polis tarafından alınmanın korkusuyla, ağlamaklı bir ifadeyle “devrimci işgali!!!” izleyecekler, sonra da polis copu ve ateşiyle karşı karşıya geleceklerdi... Plan buydu, eylem buydu...

- “Ben gidiyorum arkadaş...” dedim içimden...

- “Bir daha kendimi bu rezil duruma düşürmeyeceğim...”

O sırada oradan gidemezdim

Ancak bir daha bu durumu muhatap olmamaktı kesinkes...

Oyunu biliyordum...

Eylemin nasıl yapılacağını, içerde nasıl cam çerçeve kırılacağını, forumlar yapılacağını, sonra da “hadi çıkıyoruz arkadaşlar” diyerek yüzlerce öğrenciyi nasıl polisle karşı karşıya bırakacaklarını iyi biliyordum...

Devrimci dedikleri eylemi “kırmaya” kalksam, suçlama hazırdı:

- “Karşı devrimci...”

***


Sonunda bu kargaşanın içinde yer almak istemeyen birkaç arkadaşı alıp, okuldan çıkmaya karar verdim...

Arkadaşlardan birinin adı Feyzullah‘tı...

Birkaç kız arkadaş vardı yanımızda...

Polis artık dışarda bize ne yapacaksa yapacaktı...

Daha fazla okulda kalmak, ne olduğu belli olmayan bir savaşı daha fazla “sürdürme”nin hiçbir anlamı olmadığını fark etmiştim...

Elli yüz kişilik bir öğrenci grubuyla, “Bizim acil işimiz var...” diyerek, biraz karambol biraz da dirayetli tutum sonucu okuldan çıkıverdik...

Etrafta kar birikintileri vardı...

Ankara’nın kış güneşi, kar birikintilerini eritmekteydi...

Polis panzeri tam karşımızda bekliyordu...

Sap gibi ortadaydık...

- “Buyrun gelin, biz de sizi bekliyorduk...” deseler yapacak hiçbir şey yoktu...

***


Polisler coplarını sallayarak bize baktılar...

Arkadaşlara polisle hiçbir tartışmaya, kavgaya girmeden, okuldan ayrılmamız gerektiğini söyledim...

Ne olursa olsun, bizi içeri alacak da olsalar oradan yürüye yürüye ayrılmayı deneyecektim...

Gidecektik...

İçimden bir daha bu rezaleti yaşamamaya ant içmiştim...

Bir daha da başkalarının karar verdiği eylemlere katılmamaya, polisle karşı karşıya kalmanın garanti olacağı gösterilere atlamamaya, “ölümle, yaralamayla ve işkencehanelerle bitmesi kesin” illegal eylemlerin içinde yer almamaya kesin karar vermiştim... Daha fazla kendimi kullandırtmayacaktım...

***


Haber ajansının genel müdürü, karşısında gördüğü genç stajyer muhabirin “hiç para almadan aylarca çalışmaya kuzu kuzu razı gelmesini” anlayamamıştı hiç...

İki yabancı dil biliyordu karşısındaki genç...

Aylarca para alamayacağı, yıllarca sigortasız çalışacağı bir mesleğe niye girmek isterdi ki o yaşta bir genç?..

Farkında değildi ki, para, değil hayatını kazanmanın peşindedir o genç...

***


Ethem Sarısülük’ün polis kurşunuyla öldürüldüğü görüntüleri izlerken, 1980 Ocak’ında bir kış güneşinin erittiği karlarla kaplı Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun kapısı geldi, gözlerimin önüne...

Polis panzerinin yanında konuşlanmış polisler coplarını sallamaktaydılar bize...

Erken çıktığımız için, bize saldırmamışlar, içeri almamışlardı...

İncecik bir çizgiydi o anda karar verdiğimiz...

Çıkmayıp birkaç saat dirensek, ya ölümüz, ya kanlı yaralı halimizle sedyeyle çıkartılacaktık oradan...

“Direnişin legal boyutları aşmakta olduğunu görüp” kendi eylemimizi kendimiz bitirmeye karar vermiştik...

***


Gezi Parkı’ndaki gençlerin, verilen yasal sürede eylemi bitirmeleri için, çok çaba sarf ettim bu sütunlarda...

1 Mayıs’ta ölen arkadaşlarımdan bahsettim, polisle bizleri yıllarca karşı karşıya getirenlerin “kirli emellerini” çok sonra anladığımızı söylemeye çalıştım...

Heyhat!..

Fayda etmedi...

Fayda etmeyecekti zaten; farkındaydım... Eylemleri organize eden merkezlerin, kitle psikolojisini nasıl yönettiklerini, devrimci mücadeleyi nasıl aktif tuttuklarını iyi biliyordum...

Bir polis kendine saldırı olduğunu söyleyerek, savunma durumunda olduğunu öne sürerek, şarjörü çekti ve silahını arka arkaya ateşledi...

İlk ikisini havaya, üçüncüsünü ise, üzerine bir şeylerin geldiğini sanarak kendi göz hizasına...

Ethem’cik oracıkta yığıldı hemen yere...

O saniyede ve bir daha kalkamamacasına... Yanındakiler hemen anladılar, Ethem’in gitmekte olan canını...

Beyaz bayrak çektiler yardım için; biraz önce silah atan polislere...

Silah atan polisin arkadaşları gelip, bu sefer Ethem’ciğe yardım etmeye çalıştılar...

Ethem’in arkadaşları çaresiz bakıyorlardı... Son anda belki bir şeyler olur, bir mucize gerçekleşir diye bekliyorlardı...

Oysa hiçbir şey olmayacaktı...

Hiçbir mucize gerçekleşmeyecekti...

Ethem ölecekti...

Yüzlercesini, binlercesini yaşadığım ve gördüğüm gibi...

Yine hiçbir şey yapamayacaktım...

Ethem’cik son nefeslerini ala ala, ya da son nefeslerini vere vere gidiverecekti bu dünyadan ve ettiğini düşündüğü bu mücadeleden...

- “Ethem’e ateş eden polis serbest kalmamalı elbet... Tutuklanmalı...” tamam...

Sloganlar atalım gençliğimizde haykırdığımız gibi, ısrarla ve inatla;

- “Polis, faşist, idare işbirliğine son!..” haykırışlarıyla...

Bu da tamam, amenna...

Fakat Ethem’in sokak ortasında akan kanının gerçek sorumluları bunlar mı dersin?.. Çıplak gerçeği söyler misin bana Abidin?..

DİĞER YENİ YAZILAR