Tayyip Erdoğan’ın cemaate gönderdiği mesaj ve cevabı...

Haberin Devamı

Gezi Parkı’ndaki protestolar, adım adım Taksim’den yurda yayıldığı esnada, Başbakan’ın çevresinde doğal bir kriz masası oluşuyor...

Böyle anlarda her taraftan bir komplo teorisi ortaya atılır...

Amaç “olayların oluşmasını tetikleyen bir müsebbip” bulmaktır...

Yakın çevre doğal bir reaksiyon olarak bunu yapar...

Günah birilerinin üzerine yüklenirse herkes rahat bir nefes alacaktır...

***


Polis ilk günlerde; Gezi Parkı’nda ağaç nöbeti tutan sivillere şiddet kullanmış, çadırlar yanmıştı...

Esasen bu görüntülerin yarattığı “tepki”, olayları halka halka geliştirmişti...

Yakın çevredeki birkaç kişi ve Başbakan’a yakın kalemler; “Tepkilerin esas nedeni polisin orantısız silah kullanımı...” deyip şu değerlendirmeyi yaydılar:

- “Polisin içinde Cemaat’in önemli bir etkisi var... Cemaatin etkisindeki polisler, bilinçli olarak orantısız silah kullandılar... Amaç iktidarı baskıcı ve zorba olarak göstermekti...”

Bu görüş, yakın çevrede işini iyi yapmayanları da rahatlattı...

Sorumluluktan kurtardı, kolay kabul gördü...

Cemaat’le ilişkiler, zaten iyi değildi...

Cemaat zaten artık desteğini iktidara vermiyordu...

Muhalefetle ve iş dünyasının tepesiyle daha yakın ilişkiler içerisine giriyordu...

Cemaatin etkisi altındaki polislerle ve bazı müdürlerin “böyle davranmış olması” beklenen bir gelişmeydi...

“Bu onların bir komplosu bile olabilirdi...

MİT Müsteşarı’na yönelik soruşturma krizi unutulmuş muydu sanki?..”

***


Hayatı iyi okuyanlar, büyük krizlerde “yakın çevrenin dışardan bir suçlu arama psikolojisine girdiğini” iyi bilirler...

Böyle anlarda “krize muhatap liderin yakın çevrenin repliklerinden daha kolay etkilenebildiğini” de...

Başbakan bu krizde, “karşısında geniş bir ittifakın var olduğunun“ farkındaydı...

Tepki duyan gençler, hayat tarzına müdahale edildiğini düşünen Beyaz Türkler ve büyük şehirdeki orta sınıf, kendisinin kaale alınmadığını, Başbakan’ın tek adamlığa yöneldiğini düşünen Cemaat ve iş dünyası ittifakının iri parçalarıydı...

Pazar günkü yazıda söylediğimiz gibi Erdoğan‘ın önünde tek etkili çıkış yolu vardı...

“Seçim kampanyasını hiç vakit kaybetmeden başlatmak...”

Meydanlardaki coşkuyla, kürsü hakimiyeti ve belagatıyla, kendine oy veren kitleler üzerindeki etkisiyle, aleyhindeki kampanyayı tersyüz edebilecek en önemli silahın kendisi olduğunu biliyordu...

O da en güçlü silahını sürdü meydana...

İktidarı aleyhine oluşmuş geniş ittifaka karşı kendisi çıkacaktı tek tek meydanlara...

En iyi bildiği işi yapacaktı...

“Çok da rahat yaparım” diye düşünüyordu...

***


Pazar günü öğle saatlerinde “Mart ayındaki yerel seçim kampanyasının ilk mitingi Adana’da yol üzerinde” gerçekleşti...

Basına “Mersin’e yolu üzerinde Adana’ya da uğrayacak Başbakan...” diye lanse edildi...

Ancak kampanyanın en önemli sözü, hiç tahmin edilmeyen bir anda Başbakan’ın ağzından dökülüverdi...

Konuşmasını tam bitiriyordu ki;

- “Son söz olarak şunu söylemek istiyorum...” dedi...

O sırada bir şey olacağını anladım...

Biraz daha dikkat kesildim konuşmaya...

- “Son sözüm de şu; Polisimize laf ediyorlar... Açık söylüyorum, polisime laf ettirmem... Polis canla başla mücadele ediyor... Onlar bu vatanın evladı... Onların bu mücadelesinin her şeyiyle arkasındayım... Bunu böyle bilsin bütün polis kardeşlerim... Bu vesileyle şehit olan komiserime Allah’tan rahmet, ailesine sabırlar diliyorum... Onları yalnız bırakmayacağız...”

***


Konuşmayı canlı yayında birebir izlemeyen bir kişi;

- “Ne var bunda?..” diyebilirdi...

- “Başbakan polisini korumayacak mı?..” diye sorabilirdi...

Bu konuşmanın olağan olduğunu ısrarla savunabilirdi...

Oysa öyle değildi...

Orada “polis” şifre bir sözcüktü...

“Polis” algısı Türkiye’de bir süredir “Cemaat”i çağrıştırıyordu...

Tamamen gerçek olduğunu söylemek zordu...

Fakat Fenerbahçe’nin Kadıköy’de polisle taraftarın karşı karşıya geldiği olaylı sezon sonu görüntülerinden beri “polis ve Cemaat” kelimeleri sık sık yan yana kullanılıyordu...

Başbakan da bizzat bu metafora başvurmuştu...

Adana’da “Polise söylenmiş görünen bütün sözler, aslında Cemaat’e doğru söylenen ve uzatılan bir barış çubuğuydu...”

***


Başbakan şöyle diyordu aslında:

- “Bu olayların; Cemaatin etkisi altındaki polislerin bir provokasyonu olduğuna inanmıyorum... Onların tamamen arkasında duruyorum... Onlara yönelik bir operasyon söz konusu olmayacak... Tersine birlikte hareket edeceğiz, olayların üstüne gideceğiz...”

Adana konuşmasını dinledikten sonra Başbakan, Mersin’e hareket ederken, ben de evden çıkıyorum...

Mesajı görüyordum, veriliş biçimini de verilirken edilen sözleri de...

Dün ise dikkatlice izliyordum tepkileri...

Başbakan’ın konuşmasına verilen satır arası cevaplarda ne vardı acaba?..

Bir süre sonra kendini açık ediyordu cevap;

Cemaat’e yakın çevreler, hükümetle varolan “ateşi söndürme”yi düşünüyorlardı, bu sözler üzerine...

“Bir süreliğine, yeni bir gerginlik olmayacak, eski gerginlikler unutulacaktı...” böyle söylüyorlardı...

Seçim dönemi başladı...

Söylemiştim; Seçim her alanda hayatı değiştirebilen bir olguydu...

İttifaklar, birliktelikler, stratejiler, taktikler...

Her şey değişebilirdi...

AKP ile Cemaat arasında ittifak yeniden gündeme gelebilirdi...

Şimdilik bilinen şuydu; “Bir süre ateş açılmayacaktı...”

MİDEMİ BULANDIRAN MADDELER...

Ben “Batılı yaşam tarzını” model almış bir kişiyim...

Paris, Londra, Milano, Roma, New York benim yaşam oksijenimi teneffüs ettiğim kentler...

Bir uygulama yürürlüğe konduğunda, kıstas olarak kendime bu şehirleri alıyorum...

O şehirlerin “müktesebat”ına göre kendime kıble buluyorum...

Oraların özgürlük ve sınırlama anlayışını rehber edinmeye çalışıyorum...

Referans noktam esasen bu şehirler...

Gezi Parkı’nın kalmasını istiyorum... Üçüncü Boğaz Köprüsü’nün adının Yavuz Sultan Selim yerine “Nazım Hikmet Köprüsü” olmasını arzuluyorum...

***


Fakat bir bit yeniği var, beni günlerdir fena halde rahatsız eden...

Ağaçların kesilme mücadelesini yapan Taksim Komitesi’nin, hükümetten talep ettiği iki madde fena halde midemi bulandırıyor...

Midemi fena halde bulandıran iki maddeyi “Atatürkçülük kontenjanından” değerlendiremeyeceğim maalesef...

Midemi bulandıran maddelerden biri, Komite’nin “Kanal İstanbul Projesi’nin tamamen kaldırılmasını” hükümetten istemesi...

Kanal İstanbul projesi Boğaz’a alternatif yük tankeri, ticari gemi ve savaş gemilerinin geçişini düzenleyen ve Montrö anlaşmasının pratikte güzergahını değiştiren bir proje... Ticari tarafını bir kenara bırakalım...

Uluslararası hukukçular, Kanal İstanbul yoluyla, Boğaz’da yabancı gemiler için sağlanan imtiyazların, Kanal İstanbul’a kaydırılabileceğini söylüyorlar...

Lozan’la birlikte imzaladığımız Montrö anlaşmasının “güzergahını ve yatağını” değiştirecek bu anlaşma, Türkiye’nin ulusal çıkarları için hayati derecede önemli...

***


Bazı yabancı devletler İstanbul Boğazı’nı bu statüsünün, Kanal İstanbul’a taşınacak olmasından rahatsızlar elbette... Ancak bu rahatsızlık bunca yolu kat edip nasıl olup da “Gezi Parkı Komitesi’nin söylemine dönüştü?..” bunu anlayamıyorum...

Montrö Anlaşması’nın, yabancı devletlerin çıkarlarının; Kanal İstanbul projesinin; Gezi Parkı’yla ve “yaşam tarzımız”la ne ilgisi var acaba?..

Midem fena halde bulanıyor...

Ben yaşam tarzımı değiştirmek istemiyorum...

Ancak benim yaşam tarzım ve taleplerimle Kanal İstanbul arasında ne gibi bir bağ var?... Kanal İstanbul Türkiye’nin hayati çıkarları için gerekli...

***


Keza İstanbul’u; dünyanın en önemli bağlantı merkezlerinden biri yapacak olan 3. havaalanı projesi de öyle...

Atatürk Havalimanı yetmiyor, ne Türk Hava Yolları’na ne de dünyanın sayılı merkezlerinden biri haline gelen İstanbul bağlantılı uçuşların bütününe...

Benim yaşam tarzımla ve Gezi Parkı’ndaki ağaçlarla, İstanbul’a yapılacak üçüncü havaalanının ne ilgisi var?..

“Orada da ağaçlar kesilecek” cevabı benim midemin fena halde bulanmasının önüne geçemiyor...

Bunca yıl “çevrecilik gibi ulvi ve kutsal amaçların arkasına gizlenmiş nice sermaye grubu ve örgütü” gördüm...

Nedir bu işin içindeki bit yeniği?..

DİĞER YENİ YAZILAR