Nazım Hikmet köprüsü...

Haberin Devamı

Malik Yolaç kendi deniz motorunu satışa çıkarmıştı...

Bir gün Nazım‘ın kardeşi; o zamanki eşim Melda‘yı da yanıma alarak, Yolaç’ın motorunu Marmara’da denedim...

Baktım zehir gibi motor... Aldığım gün; “Bugün deneyemedim ama gelecek hafta sonra deneyeceğim...” diye motoru geri götürdüm...

Ve ertesi hafta Nazım Ağabey’i kaçırdım... Nazım Hikmet kaçış sabahı evinin önündeki polisleri atlatarak erkenden Tarabya’ya geldi...

Hemen motora bindik...

Önce bir süre ters yönde gittik Üsküdar’a gider gibi...

Sonra karşı kıyıya geçip, sahilden Karadeniz’e doğru gitmeye başladım...

Normal bir geziymiş gibi ağır ağır Boğaz çıkışına kadar yöneldim...

Hava ve deniz çok güzeldi...

Buğu vardı yalnız...

Buğulu bir gündü...”

NAZIM KARA KARA DÜŞÜNÜYORDU

Nazım Hikmet’in 17 Haziran 1951’de bir Pazar günü, Boğaz’ı, İstanbul’u ve Türkiye’yi son kez gördüğü tarihi hatırasıdır bu...

Ünlü gazeteci Refik Erduran, Nazım Hikmet’i o gün Boğaz’ın Karadeniz’e açıldığı noktadan kaçırırken, 65 yıl sonra oraya muhteşem bir köprü yapılacağını bilmiyordu elbet...

Karadeniz’e açıldığı ve bugün köprü yapılacak o nokta Nazım‘ın hayatında İstanbul’la ve Türkiye’yle ilgili görebildiği son canlı görüntüydü...

Son siluet...

***


“İstanbul’a ve Türkiye’ye ebediyete kadar Boğaz’ın Karadeniz’le birleştiği ve şimdi köprü yapılacak olan o noktadan veda etti...

- “Pasaport alamazdı... Bu konuyu konuştuğumuz zaman Münevver Hanım ağlıyordu... Nazım kara kara düşünüyordu...

Kabus gibi bir durum... Kendisini deniz yoluyla Bulgaristan’a kaçırmayı önerdim...

Kaçışa karar verilmesinde Mehmet Ali Aybar’ın çok rolü oldu... Benim o sırada partiyle temasımı Aybar kuruyordu...

Nazım’la konuşurken aramızda parti lafı edilmiyor...

Nazım her ‘arkadaşlar’ diyordu...

Motor küçük olur... Olmaz... Takayla olsun...” dermiş arkadaşlar...

Nazım’la ben balıkçı kılığına girip, takayla gidecekmişiz... Bu yol bana çok saçma geldi...

Hem daha şüphe çekici...

Taka süratli değil...

Motor önerisini yineledim...

Önce reddetti...

Çekiniyordu Nazım Ağabey...

- “Karadeniz insanı yutar... Karadeniz’le şaka olmaz...” diyordu...”

Böyle anlatıyordu o Pazar günü sabahını Refik Erduran...



NAZIM HİKMET’İN ÖLÜMÜNÜN 50. YILINDA...

Nazım Hikmet’in İstanbul’daki son görüntüleridir bunlar...

Üç cezaevinde 12 yıldan fazla hapis kalan, 28 yıllık mahkumiyetlerden geçen, dünyanın en iyi şairlerinden biri kabul edilen Nazım Hikmet’in İstanbul’dan ayrılış öyküsüdür bu... Bugün onun Türkiye’den kaçmak zorunda bırakıldığı noktaya, yapılacak Boğaz köprüsü... Elbette Yavuz Sultan Selim, bu ülkenin tarihinde çok önemli yeri olan bir Padişah... Kuşku yok ki, yüzde 50 oyla seçilmiş ve köprüyü yapmaya soyunmuş iktidar, o köprünün adını belirleme hakkına sahip...

***


Ben ise şöyle düşünüyorum... Toplumları daha da çağdaş kılan, geçmiş acılarına, mağdurlarına, mazlumlarına, sanatçılarına ve dünya çapındaki yaratıcılarına duydukları saygı ile anılarını yaşatma konusundaki duyarlılıklarıdır...

Nazım Hikmet, bu ülkede mağdur bırakılmışların sembolü bir şairdir... Onun memleketten kaçmak zorunda kaldığı nokta, bugün eğer iki kıtayı birleştiren bir Boğaz Köprüsü oluyorsa, o köprüden geçenler, Nazım Hikmet’i anarak yol alırlar...

O zaman “zaferlerimiz, mağdur bıraktıklarımıza yönelik özrümüzle değerlenir, katmerlenir...”

Salt bir fetih zaferi olmaktan çıkar, bir insani duyarlılık mertebesi haline gelir...

***


Daha önemlisi ise şu;

Yavuz Sultan Selim köprüsü ismi de dahil getirilen her öneri, “Bizi ayrıştırmaya yönelik bir suni kavganın parçası yapılmaya çalışılıyor...”

Ortak değerlerimizi hep bir tarafa çekerek, yok ediyoruz... Kim bilir...

Belki de Nazım Hikmet Ran yaşadığı acıların ve mağduriyetlerin anısına, ölümünün 50. yılında, bu ülkeye bir birlik abidesi olabilir...

Kim bilir belki... Memlekete, yıldızlara ve gençliğine uzaklığını anlattığı bir şiiriyle bitirelim...



KAÇARKEN MOTOR DURDU, MARŞ BASMADI...

“Biraz açıldıktan sonra, sahili göremez olduk...

Ondan sonra motoru hızlandırdım...

Karadeniz’e çıktık... Bir süre sonra baktım ilerde bir karaltı...

Yaklaşınca Rumen şilebi Plehanov’u gördüm...

Nazım şilebin adını okuyunca, “Hay Allah... Plehanov sevmediğim bir heriftir... Ama gidelim bakalım yanına...” dedi...

Gittik... Şilepten gelmeyin diye işaret ediyorlar...

Karadeniz’in ortasında bir adam... Motordan Rusça ve Fransızca “Ben Nazım Hikmet’im...” diye bağırıyor...

Bir saate yakın şilebin etrafında dolaştım...

Nazım bağırıyor, onlar gitmemizi istiyor...

Biz ona rağmen sokuluyoruz...

Bu arada benzin azalıyor...

Şilep Nazım Ağabey’i almazsa, Bulgaristan’a gidip dönecek benzin kalmayacak...

***


O sırada şilep yavaşlamıştı... Ben de yavaşladım...

Çok yavaş gittiğim için motor boğuldu... Kaldık denizin ortasında... Şilep açılmaya başladı...

Sislerin içinde kaybolmaya başladık... On dakika marşa basmamaya karar verdim...

Hayatımın en gergin anlarıydı o anlar...

Sonra marş bastı, motor çalıştı... Şilebin yanına gittik... Kaptan Bükreş’e sormuş olacak ki tayfalar bize el salladı ve sonunda merdiveni indirdiler... O anda Nazım Hikmet’in yüzü bir anda aydınlandı...

Merdiven kalkarken, ‘Hadi sen de gel’ dedi...

Ona gelemeyeceğimi söyledim... Gözleri yaşardı...

Boynuma sarıldı...

Nazım Ağabey’i en son şilebin kıçında gördüm...

Şilebin kıçına eğilmiş, Plehanov yazısının üzerinden bana el sallıyordu...”



KARLI KAYIN ORMANINDA

Karlı kayın ormanında

yürüyorum geceleyin.

Efkârlıyım, efkârlıyım,

elini ver, nerde elin?

***


Ayışığı renginde kar,

keçe çizmelerim ağır.

İçimde çalınan ıslık

beni nereye çağırır?

***


Memleket mi, yıldızlar mı,

gençliğim mi daha uzak?

Kayınların arasında

bir pencere, sarı, sıcak.

***


Ben ordan geçerken biri:

“Amca, dese, gir içeri.”

Girip yerden selâmlasam

hane içindekileri.

***


Eski takvim hesabıyle

bu sabah başladı bahar.

Geri geldi Memed’ime

yolladığım oyuncaklar.

***


Kurulmamış zembereği

küskün duruyor kamyonet,

yüzdüremedi leğende

beyaz kotrasını Memet.

***


Kar tertemiz, kar kabarık,

yürüyorum yumuşacık.

Dün gece on bir buçukta

ölmüş Berut, tanışırdık.

Bende boz bir halısı var

bir de kitabı, imzalı.

Elden ele geçer kitap,

daha yüz yıl yaşar halı.

***


Yedi tepeli şehrimde

bıraktım gonca gülümü.

Ne ölümden korkmak ayıp,

ne de düşünmek ölümü.

***


En acayip gücümüzdür,

kahramanlıktır yaşamak:

Öleceğimizi bilip

öleceğimizi mutlak.

***


Memleket mi, daha uzak,

gençliğim mi, yıldızlar mı?

Bayramoğlu, Bayramoğlu,

ölümden öte köy var mı?

***


Geceleyin, karlı kayın

ormanında yürüyorum.

Karanlıkta etrafımı

gündüz gibi görüyorum.

***


Şimdi şurdan

saptım mıydı,

şose, tirenyolu, ova.

Yirmi beş kilometreden

pırıl pırıldır Moskova...

14 Mart 1956,

Moskova, Peredelkino

DİĞER YENİ YAZILAR