17.30’da akşam yemeği!..

Haberin Devamı

Atina’ya ilk gittiğim günlerden biriydi...

Milliyet’in o tarihlerde Atina bürosu diplomatların yaşadığı, yeşilliklerle kaplı sessiz sakin bir semt olan Paleo Psihico’daydı...

Benden önceki Milliyet temsilcisi Özgen Acar, bürodan çıkıp etrafta çok az olan restoranlardan birinin önünden beni geçirip “Burası Atina’nın çok ünlü bir restoranıdır... Akşam iş çıkışı burada yemek yiyebilirsin... Çok lezzetlidir yemekleri...” demişti...

Acar bana bir gün rehberlik yaptıktan sonra eşiyle Atina’dan ayrıldı...

Ben bir yardımcıyla tek başına kalakaldım Yunan başkentinde...

***


O akşamlardan birinde çalışmamı bitirdim, sekiz buçukta büroyu kapattım dışarı çıktım...

Büronun bulunduğu sokak zifiri karanlıktı...

Ürkütücü bir sessizlik vardı...

Özgen Acar’ın tarif ettiği yoldan yürüye yürüye on beş dakika mesafedeki restoranın kapısının önüne geldim...

Bir villanın içinde hizmet veriyordu restoran...

Bahçesi zifiri karanlıktı villanın...

Hiçbir hayatiyet belirtisi yoktu restoranda...

Atina’da yeniydim...

Zifiri karanlık sokaklarda yürümekten ürkmüştüm...

Ürküntüyle villanın kapısı çaldım...

Saate baktım...

Dokuza yirmi vardı...

***


Kimse açmadı kapıyı...

Bir iki kez daha tıklattım kapıyı...

Neden sonra bir adam belirdi kapıda...

- “Restoran kapandı mı?..” dedim adama...

- “Daha açılmadı...” diye cevap verdi adam; “Rezervasyonunuz var mıydı?..”

- “Yok...” dedim...

- “Şimdi açık değil... Saat 21.30’dan sonra açılacak...”

İlk günlerin çaylaklığı vardı üzerimde...

- “Herhalde adam, tek başına bir yabancıyı restorana almak istemedi... ‘Açık değil’ diyerek beni kibarca geri çevirdi...” diye düşündüm...

Elli dakika o ıssız sokakta durup, restoranın açılmasını bekleyecek halim yoktu...

Belli ki adam, kendince “tavır!” yapıyordu, dokuz buçuk’ta gitsem de, muhtemelen almayacaktı beni...

Yürüye yürüye bir taksi aradım yollar boyunca...

Atina’daki ilk gecem hüsranla sonuçlanmıştı...

***


O gece “benim için özel” yapıldığını zannettiğim muamelenin, aslında benimle hiçbir alakası olmadığını izleyen günlerde anladım...

Atina’daki iyi restoranlar, saat 21.30’dan önce açılmıyorlardı...

Akşam yemeği Yunan başkentinde 22’den önce yenmiyordu...

Alkali Diyet kitabının yazarı doktor Ayşegül Çoruhlu’yu dün öğlen dinlerken aklıma Atina’da yaşadığım bu anı geldi...

Ona bir şey söylemedim...

Dinlemekle yetindim:

- “Akşam yemeğini en geç 5 ile 6 arasında yiyip bitirmiş olmak lazım...” diyordu...

Ayşegül Hanım’a öğleden sonra beş sularında Atinalılar’ın öğlen yemeklerinden yeni kalkmış olduklarını da söyleyip lafına limon sıkmak istemedim...

Yine onu dinlemeye devam ettim...

***


- “Melatonin denilen, hücreleri yenileyen, bağışıklık sistemini düzenleyen, vücudun biyolojik ritmini ayarlayan, anti oksidan ve yaşlanmayı geciktiren özellikleriyle her derde deva hormon; vücudun karanlığı algılamasıyla birlikte salgılanmaya başlar... Gece saat 23’le, 05 arasında salgılanır melotinin... Bulunduğunuz yerin karanlık olması önemlidir... Ancak bu salgının ve hormonun etkili olabilmesi için, en son yemeği beş saat önce yemiş olmanız gerekli... Yani en geç altıda akşam yemeğinin bitmiş olması gerekir...”

Ayşegül Hanım bunları söylerken, aklıma geçtiğimiz günlerde İskandinav ülkelerine giden bir arkadaşımın anlattıkları geliyor...

- “Akşam 5.5’da yemeklerini yiyorlar...” diyordu arkadaşım, “Oradayken ne yapacağımı şaşırdım...”

İngiltere’de 6’da akşam yemeği yendiğini biliyordum, oradaki öğrencilik günlerimden... Amerikalılar saat 5.5-6 gibi akşam yemeğine başlıyorlardı...

- “Üç saat önceden yemeğin bitmesi yeterli değil mi?..” diye sordum son bir çabayla... - “Melatoninin en yoğun salgılandığı saatler 02-04 arası... Onu esas alırsanız, akşam yemeğini yedide sekizde yiyebilirsiniz... Fakat sebze ve balık olarak, başkaca bir şey değil...”

***


Antioksidan, yaşlanmayı geciktiren, hücreleri yenileyen melatonin salgılaması için akşam 6’da yemeğin bitmesi gerekiyordu...

Bu satırları yazdığım akşam yedi buçuk sularında, Atina geldi gözlerimin önüne...

Soğuk kahveleri frapeyi içiyorlardı muhtemelen kafelerde...

Öğlen uykularından yeni uyanmış olmalıydılar...

Tiril tiril gömleklerini giyer, “öğleden sonra sohbeti” yaparlardı bu saatlerde...

Akşam yemeği için en az iki saatleri vardı daha...

Onlar vücudun melatonin salgıladığı saatlerde akşam yemeklerini yiyor olacaklardı... Vücut da melatonin falan salgılamıyordu zaten oralarda...

Melatonin salgılamayan yaşam biçimlerinden mi sonunda iflas ettiler bilmiyorum...

Fakat Atina iflas etse bile, şimdi gelmekte olan lacivert bir akşamı bekliyordu eminim...

Bana gelince...

Akşam yemeği 22’den, saat 17’ye nasıl alacağımı düşünüyordum...

Formülü bulursam, Yunanlı filozof Arşimed gibi çırılçıplak küvetten fırlayacaktım...

- “Evreka, evreka (buldum)...” diye bağırarak...

SİGARAYI VE İÇKİYİ BANA GİZLİCE BIRAKTIRAN ADAM

Dün onu, öğlen yemek yediğim restoranda gördüm...

Yalnız başına oturmuş, yemeğini yiyor, kahvesini içiyor, bugünkü söyleşisine hazırlanıyordu...

Kulağında altın bir küpe, ayağında yumuşak deriden yapılmış çok pahalı olduğu anlaşılan bir ayakkabı vardı...

Bir tişört ve siyah bol bir pantolon giymişti...

İki cep telefonu ve sonradan arabadan getirttiği i-pad’iyle oyalanıyor, geldiği İstanbul’un sakin bir restoranında yalnız başına etrafı gözlüyordu...

***


O etrafı gözlerken ben de onu gözlüyordum...

Ferrarisi’ni Satan Bilge, bir adım ötemdeki masada yalnız başına oturuyordu...

Benim masam kalabalıktı...

Bir arkadaşım gidiyor, diğer arkadaşım geliyordu...

Arada bir ona bakıyordum...

11 yıl önce, olmayan Ferrari’mi satmış!, kendimle barışık, yepyeni bir hayata yelken açmıştım...

Günde iki paket sigarayı, haftada dört gece içilen içkiyi ve 25 kiloyu gerimde bırakarak...

Bir arkadaşım, “Kitapları dünyada 5 milyon satan koskoca Robin Sharma, restoranda tek başına oturan bu adam mı?..” diye sordu...

İki cep telefonu, i-Pad’i ve esspresosuyla tek başına iki saate yakın oturmuştu masada...

- “O adam, huzuru, sessizliği ve iç barışı bulan bir guru... Ne olmasını bekliyordun ki?..” dedim...

Sonra kendi hayatımı düşündüm...

Arkada bıraktığım gerginlikleri, stresleri ve birbirine yok eden enerjileri...

Limonlu bir çay ısmarladım kendime...

Geldiğinde huzuru yudumladım...

Sindire sindire...



300 BİN KİŞİNİN KATİLİ İDİ AMİN’İN HAYATI...

İlk gençlik yıllarımın öldürülesi “Eli kanlı faşist diktatörü”ydü İdi Amin...

Bu özelliğini hiç yitirmedi, sonuçta ülkesi Uganda’da 300 bin kişinin işkencelerden geçirilerek öldürülmesinden sorumluydu...

Fakat hayatını “yakından” bilmiyordum...

Kanlı diktatörün kişilik özelliklerini, neden böyle olduğunu, nasıl yaşadığını, gerçek hikayeden yazılmış bir öykü üzerinden izleyememiştim...

Geçmiş yıllarımda “haber diye koşuştururken, fazla çalışmaktan atladığım nice belgesel, konser ve film” örneğinde olduğu gibi İdi Amin’in hayatından bir kesiti de çok sevdiğim Forest Whitaker’ın Oscar’lık oyunculuğuyla, önceki gece izleme fırsatı buldum...

İyi ki Digitürk var da bu klasik olmuş filmleri yıllar geçtikten sonra izleyebiliyorum...

***


Yeşil Yol filminde görüp de unutamadığım aktörler arasına giren Forest Whitaker, öyle bir İdi Amin oynuyor ki kanlı diktatörün kişiliğinde varolan çocuklukları, arka arkaya uğradığı suikastlerden sonra kendisinde oluşmaya başlayan korkuları ve korkuların yol açtığı şiddetin karakter analizini bütün çıplaklığıyla izleyiciye sunuyor...

İdi Amin’in hayatından gerçek bir kesiti anlatan film ilginç bir metaforla İskoçya’nın Son Kralı ismiyle oynuyor...

Eli kanlı bir Afrikalı diktatörün, hayatını yanında yaşayan İskoçyalı bir doktorun anılarından izlemek ruhuma ve beynime çok iyi geldi...

Hayatı ve insanları daha fazla tanıyıp, anladıkça bir tevekkül çöküyor üzerime ki sormayın gitsin...

DİĞER YENİ YAZILAR