Bir “baba” olarak Ali Ağaoğlu...

Haberin Devamı

Zenginliğinin üzerine şöhret basamaklarında adım adım yükseltilir, bütün gazetelerde boy boy fotoğraflarla “yeni bir playboy zengin” üretilirken, hep mesafeli durdum Ali Ağaoğlu’na...

Halkla ilişkilerini yapan Rosa çok yakın dostum olmasına rağmen, ne bir gün bir davetine gidebildim, ne de bir yerlerde oturup iki kelam laf edebildim...

Her yerde karşılaşıyorduk oysa Ali Ağaoğlu’yla...

Selam sabahtan başka, iki kelime laf etmedik...

Pazar günleri “çocukları” yemek sonrası oyuna götürüyorum...

Ben de kitaptı, filmdi, cd’ydi, dvd’ydi derken kendime parantez bir zaman ayırıyorum...

Pazar çocukları iki saat için götürdüğüm oyun salonundan haber verdiler ki bir saat sonra Ali Ağaoğlu’nun çocuğunun doğum günü partisi var ve oyun parkının süresi dolacak...

Doğum günü olduğundan gelen arkadaşlarıyla oynasınlar diye kapatmış üç saatliğine orayı Ağaoğlu...

***


Hayatta bir şey tecrübeyle öğrendim...

Kendim için “mümkün değil yapmayacağım, istemeyeceğim şeyi” çocuklarım için gözümü kırpmadan yapıveriyorum...

Kendime işleyen gururla çocuklarıma işleyen gurur farklı çalışıyor...

Kendim olsam “tamam” der çıkarım, fakat çocuklar biraz daha oynasınlar diye, “kalsınlar” dedim, “Ben gelir oraya, Ali Ağaoğlu’yla görüşürüm... Çocukların bir saat daha kalmalarını sağlarım...”

Medyanın bilindik yüzlerinin yıllardır sürdürdükleri samimiyete karşın, tek bir gün tek bir davetine katılamayan ben, böylece

Ali Ağaoğlu’nun çocuğunun doğum gününe davetsiz katılıp, kendi çocuklarımın oyun saati için ricada bulunmak zorunda kaldım...

***


İyi ki katılmışım ve iyi ki Ali Ağaoğlu’yla, uzun uzun konuşmuşum...

Bir süre önce “Ali Ağaoğlu’nu bir marka olarak reklam edip pazarlayanlar yanlış iş yapıyorlar... Ağaoğlu’na zengin bir playboy imajı çiziyorlar... Türk halkı zengin playboy işadamlarını sevmez... Kötülük ediyorlar Ağaoğlu’na...” demiştim...

Bunu söylerken Ali Ağaoğlu’nun “aile babası” yönünü hiç bilmiyordum...

Öyle bir Ali Ağaoğlu portresi çizmişlerdi ki; “Ultralüks arabalarda, ünlü mekanlarda genç ve güzel kızlarla dolaşan playboy bir çapkın milyarder müteahhit...”

Oysa Pazar günü doğal haliyle gördüğüm Ağaoğlu’nun bu söylediğim portreyle uzaktan yakından ilgisi yoktu...

7 yaşındaki çocuğunun doğum günüyle uğraşıyor, doğum günü partisine gelen çocuğun arkadaşları ve aileleriyle teker teker ilgileniyordu...

Etrafta gazeteci, namına ne muhabir ne fotomuhabiri yoktu ve o en doğal haliyle, çocuğunu anlatıyordu çevredekilere...

O arada bana çocukları çok sevdiğini söyledi... “Beşincisi de yolda...” dedi...

Gazetelerde ertesi gün görmesem, yazmayacaktım bile...

Öylesine doğal, öylesine zengin ve playboy halinden uzakta bir havadaydı...

***


Hangi Ali Ağaoğlu daha gerçek onu bilmem...

Fakat bildiğim, medyada görünen ve gösterilen imajın çok dışında bir Ali Ağaoğlu’nun daha var olduğu...

Medya, “ünlü olmaya başlayan kişileri”, kendi istediği ve işine yaradığı şekilde “şöhret” yapıyor ki etinden ve suyundan faydalansın...

Birçok kişi de, o sırada oyanan bu hileli oyunu görmüyor ve zaaflarına yeniliyor...

Her erkeğin sonuçta içinde bir parça James Bond olma özlemi var nasılsa...

Önceki gün ben bir James Bond’la karşılaşmadım...

Dördüncü çocuğunun doğum gününü ilgiyle kutlayan, beşinci çocuğunun doğmasını ise dört gözle bekleyen adam gördüm...

Çocuğunun arkadaşlarının aileleriyle saatlerce sohbet eden sahici ve gerçek bir baba...

Benim gördüğüm Ali Ağaoğlu buydu...

Etrafta basın ordusu falan da yoktu, bu görüntüyü çekecek...

Sadece çocuklar ve aileleri vardı...

-”Memnun oldum tanıştığımıza” dedim...

Oyun alanından ayrılmak istemeyen çocuklarımı kucağıma aldım ve ayrıldım...

*****


DÜNYANIN EN ZENGİNİ SERVETİNİ DAĞITIYOR...

Dünyanın en zengin ikinci adamı... Amerika’nın ise en zengini...

63.4 milyar dolar serveti var Bill Gates’in..

The Telegraph’a konuşmuş:

“Yemeğimi yiyorum, giyeceğimi giyiyorum...

Paranın bir noktadan sonra beni daha ileriye götürme imkanı yok...

Bu da elbette paranın vakıf aracılığıyla muhtaçlara ulaşması anlamına geliyor...”

***


Çoğu zaman yazdığım yazılarda “bilge” kişilerin kimler olduğunu soruyorlar bana...

İşte hayatı böyle sindirebilmiş kişilere “bilge kişi” deniyor...

Şöyle demiş Bill Gates röportajda:

-”Servetimin yüzde 95’i kendimin ve eşimin ölümünden 20 yıl sonra vakfa dağıtılacak... Bunu dini bir inanış nedeniyle yapmıyorum...

İnsanların eşit olduğu bir dünyada herkesin eşit şartlardan faydalanması gerektiğine inanıyorum...”

***


64 milyar doların yüzde 5’i üç milyar dolardan biraz daha fazla ediyor...

Bu kadar parayı ailesine bırakıp, gerisini vakıf aracılıyla ihtiyacı olanlara verilmesi için kurumsal çalışmalar yapıyor...

Diyebilirsiniz ki; “Benim de o kadar olsa 3 milyarı alır, gerisini bağışlarım...”

Hayır!..

Yüzde 99.99’umuz böyle bir şeyi yapmaz...

Hele bazılarımız ne zaman 100 milyar dolar olacak ve bütün güç bana geçecek diye dövünür...

Bill Gates olmak, bir Don kişot olmak değil, bir “bilge” olmak demektir...

Onu anlayabilmek için, söylediklerini iyi okumak, sonra da sindirebilmek lazım...

*****


HUZURUN KIYMETİNİ BİLMEYEN ADAM...

Burçin Alpacar bir öykü göndermiş bugün bizlere;

Bir padişah acemi bir köle ile gemiye binmişti...

Köle hiç deniz görmemiş, geminin mihnetini tatmamıştı...

Ağlamaya, inlemeye başladı...

Tir tir titriyordu...

Avutmak için çok uğraştılar, fakat bir türlü sakinleşmedi...

Padişahın keyfi kaçmıştı...

Herkes aciz bir vaziyetteyken gemide bulunan yaşlı bir adam padişahın huzuruna çıktı;

“Müsaade buyurursanız ben onu sustururum...” dedi...

Padişah da: “Lütfetmiş olursunuz...” diye cevap verdi...

***


Yaşlı adam, köleyi denize atmalarını istedi tayfalardan...

Köle denize düşünce suya batıp çıkmaya başladı...

Yüzme bilmiyor ve boğuluyordu...

İlk defa denize girmişti...

Sonra saçından yakaladılar, gemiden tarafa çektiler onu...

Köle gemiye yaklaşınca iki eliyle asıldı gemiye çıktı...

Bir köşede uslu uslu oturmaya başladı...

Yaşlı adamın yaptığı iş padişahı hayrete düşürdü:

-”Bu işteki hikmet nedir?” diye sordu...

Yaşlı adam cevap verdi:

-”Köle evvelce suya batmayı tatmamıştı... Gemideki selametin kıymetini bilmiyordu... İşte huzur ve saadet de böyledir, bir felakete düçar olmayan kimse, huzurun kıymetini bilemez...”

***


Bu öykü bana, çok şeye sahip olduğu halde daha fazlasını isteyen ve her daha fazlasını istediğinde başkalarının ‘pastasına göz dikenleri’ hatırlatır...

Hayatta yeterince zengindirler...

Fakat “kişiliklerini aynı oranda geliştiremedikleri için”, hep başkalarının payına göz dikerler...

Sonsuz bir hırs ve ihtirasla daha fazlası daha fazlası için saldırırlar...

Bir gün denize düştüklerinde, suya batıp çıkıp boğulma tehlikesiyle başbaşa kaldıklarında, gemideyken neden rahat ve huzur içinde oturmadıklarını düşünürler mi acaba?..

Hayatın başkalarının ekmeğiyle ve hayatıyla oynamadan da bolluk içinde geçebileceğini bilirler mi?..

Eğer böyle davranırlarsa, kendileri de bir türlü bulamadıkları ‘huzur’u bulabileceklerinin farkında mıdırlar?..

Burcu’nun gönderdiği öyküde, denize düşen adam, suda batıp çıktıktan ve boğulacağını anladıktan sonra, gemiye çıktığında güvenli bir yerde oturduğunun farkına varıp, ağlamaktan ve sızlanmaktan vazgeçiyor...

Ben çevremizde, üstelik köle gibi değil zengin yaşayıp “huzur içinde, hep huzursuzluktan beslenenlerin bu kadar kolay ikna olacağını” doğrusu sanmıyorum...

Gördüğüm ve yaşadığım hep “aba altından sopa gösterme...”

Hala anlamıyorlar ki, gösterdikleri her aba altındaki sopa bir süre sonra onlara sopa olarak dönecek...

DİĞER YENİ YAZILAR