Ulusalcılar ve solcular aynı şeyi protesto etmiyorlar!..

Haberin Devamı

Sanatçı protestolarında Melike Demirağ sahneye çıktığında bir kez daha fark ettim ki...

Solcularla ulusalcılar birbirinden tamamen farklı bir hayatı ve protestoyu temsil ediyorlar...

Bir ulusalcı ve bir Kemalist, bugün protesto edilecek şeyin “Mustafa Kemal’in yarattığı Cumhuriyet olduğunu” düşünüyor ve protestosunu “Mustafa Kemal’in askerleriyiz...” şiarına dayandırıyor...

Elbette “Mustafa Kemal’in askerleriyiz...” sloganı tek başına darbeyi çağrıştırmıyor...

Ancak bu slogan etrafında birleşen taban; “Bir savaşı göze aldığı” şiarını seslendiriyor...

***


Bir solcu ya da sosyalist ise hayata kendi demokratik teamülleri, ezilenlerden yana sempatileri, sınıfsal aidiyeti, diyalektik analizi ve bölgesel antiemperyalist teorileri perspektifinden bakıyor...

Melike Demirağ’ı yakından tanıyorum...

Şarkı söylemek için çıktığında salondan yükselen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz...” sloganından rahatsız olduğunu biliyorum...

Gerginliği artırmamak için “Şarkı söylerken slogan atılmasını istemiyorum” diyor, fakat esas meselesi, “böyle bir sloganın altında şarkı söylemek istememesi...”

O Yılmaz Güney’le “Arkadaş” filminde zihinlerimize kazınmış bir karakter...

Eşi Şanar Yurdatapan’la sürgün günlerinin “Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım” şarkısında seslendirilen dizelerine ait bir kimlik o...

Onun “Mustafa Kemal’in askerleriyiz...” sloganı eşliğinde şarkı söylemek istememesi çok anlaşılabilir bir duygu...

***


Keza Mustafa Kemal’in askerleri olduğunu hissedenlerin de “Yılmaz Güney’lerin, Şanar Yurdatapan’ların, Melike Demirağ’ların dünyalarıyla“ çok fazla ortak noktaları yok...

AKP’ye veya başka bir şeyşe karşı olmak, birileriyle aynı olmak anlamına gelmiyor...

Ben bu duyguyu 12 Eylül yargılamaları başlarken çok hissettim içimde...

O günlerin ülkücülerinden çok yakın dostlarım oldu zaman içinde...

Fakat bu gerçek; Ökkeş Şendinler’i dinlerken aynı zeminde buluşturmadı beni...

Herkesin yaşadığı bir hayat, bir mazi, bir gerçeklik var...

Birilerine karşı olacağım diye, mazime karşı davranamam ben...

O maziyi kendim reddetmemişsem eğer!..

*****


GÜNEŞ İLE RÜZGAR!..

Bugün Burçin Alpacar’ın gönderdiği “Güneş ile Rüzgar” öyküsünü aktaracağım size...

Bugünler ruhunuzun sesini dinleyeceğiniz yıl sonu günleri...Bu öykülerin ruhunuza iyi geleceğini düşünüyorum;

“Güneş ile rüzgar, hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışırlar...

Rüzgar ‘Sana benim daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım’ der...

‘Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun, hani şu üstünde palto olan... Bahse girerim, o paltoyu üstünden senden çok daha çabuk söküp alabilirim...’

Bu denemeye razı olan güneş, bir bulutun arkasına gizlenir ve rüzgar bir fırtına gücüyle esmeye başlar...

Ancak rüzgar şiddetini ne kadar artırırsa yaşlı adam da paltosuna o kadar sarınır...

Sonunda rüzgar pes edip durulur ve güneş bulutun arkasından çıkarak yaşlı adama sıcacık gülümser... Bunu gören yaşlı adamın yüzünde bir hoşnutluk ifadesi belirir...

Ve paltosunu çıkarır...

İddiayı kazanan güneş, rüzgara ‘Dostluk ve naziklik, her zaman haşinlik ve zorbalıktan daha güçlüdür...’ der...”

*****


YENİ YIL HESAPLAŞMALARI...

Bundan üç yıl önceki yılbaşı gecesi “ailemi toplayıp yılbaşı yemeğinde yeni yıla merhaba” demek istiyordum...

Rüyamsı bir yemek tasarlamıştım...

En sevdiğim restoranlardan birinde yer ayırtmıştım...

Herkesin hediyesini almış, kendime hediye almamıştım...

Yemek nedenini kestiremediğim bir sebeple “gergin” başladı...

Neşeli kıvılcımlar, tazelenmiş yürekler, heyecanlı umutlar, ışık saçan kıvılcımlar yoktu yemekte...

Oysa aileye yeni bireyler katılmış, hayat yenilerle çoğalmış değerlenmişti...

***


Yemek devam ederken, dostum olduğunu sandığım bir kişiden ani bir mesaj aldım...

Yeni yıla yarım saatten az bir zaman kalmıştı...

Dostum olduğunu zannettiğim kişi, bana pankreas kanseri olduğunu söylüyordu...

O gün doktora gitmiş doktor kendisine bir yıldan az bir süre biçmişti...

Kendisi de bir doktordu ve durumunun çok kötü olduğunu söylüyordu...

Sözlerinin doğal olarak yılbaşı gecesi yapılabileceğini düşündüğüm bir “eşek şakası” olma ihtimalini gözününde bulundurdum...

- “Bana böyle bir günde, böyle bir saatte şaka yapıyorsan yapma...” dedim, “Şu anda bunu kaldıracak bir halet-i ruhiyem yok...”

- “Hayır...” dedi, “Şaka yapmıyorum... Ve çok kötüyüm...”

Allak bullak oldum...

Zaten masanın havası beni mutlu etmekten uzaktaydı...

Üstüne üstlük dostum olduğunu sandığım arkadaşımın, “bir yıldan az ömrünün kaldığını” öğrenmem, beni tam yılbaşına girdiğimiz dakikalarda duygusal olarak altüst etmişti...

Evrenin güçleri hep beraber üstüme geliyordu...

***


Saatler yeni yıla girmemize yirmi dakika kaldığını gösteriyordu...

O yirmi dakika ve onu izleyen on onbeş dakika arkadaşımın “pankreas kanseri” diyalogunun yarattığı duygusal eziyet altında geçti...

Yeni yıla böyle girdim...

Sonra aniden bunun bir şaka olduğunu söyledi dostum olduğunu sandığım arkadaşım...

O gece bir rüya aleminin en güzel yılbaşılarından birini yaşamayı ummuştum...

Ne bulunduğum masada, ne de kalbimin bulunduğunu zannettiğim dost masalarından birlikteliğin, olumlu enerjinin, hayatı paylaşmanın, sevginin ve mutluluğun selamını alamamıştım...

Derin bir hayal kırıklığı yaşıyordum...

***


Albert Camus şöyle der;

“Kışın ortasında içimde yenilmez bir yaz buldum...”

Hayal kırıklığının fazlalığı aslında hayallerin çokluğuyla ve büyüklüğüyle bağlantılıdır...

Hayaller ne kadar çok ve büyükse, amaç oluşmadı mı hayal kırıklığı da o derece büyük olur...

Dostum dediğim ve bana pankreas kanseri olduğunu söyleyip yılbaşımı zehir eden kişiyle o sıralarda aynı programda kader ortaklığı yapıyordum...

Hayal kırıklığının fazlalığı, darbenin kader ortağınızdan gelmesinden kaynaklanıyordu muhtemelen...

Keza yılbaşını kutlamayı düşündüğüm yılbaşı masasındaki insanlar, hayatımın o günkü kader ortaklarıydı...

Demek ki o yılbaşı gecesi hayat bana, “en yakın sayılacak kişilerden gelecek bir hayal kırıklığıyla” yeni bir kapı açmaya çalışacaktı...

Robin Sharma şöyle diyor;

“Kalbimizi acı ve zihnimizi stresle dolduran olaylarla ve zorluklarla karşılaşmadan, ne kadar güçlü ve dayanıklı olduğumuzu keşfedemeyiz...

İşte o zamanlarda hayatın yolumuza çıkardığı engellerin üstesinden gelebilecek güç ve cesaretin zaten içimizde bulunduğunu keşfederiz... Zor zamanlar bizi daha güçlü kılar...”

***


O yılbaşını izleyen aylar ve yıllarda Albert Camus’nün sözünü çok tekrarladım...

“Kışın ortasında içimde yenilmez bir yaz buldum...”

Şimdi yine bir yılbaşı geliyor...

Artık iddialı yılbaşılardan çoktan vazgeçtim...

Yılbaşlarını sadece sevdiklerimle mütevazi bir sevgiyle kutlamayı yeğliyorum...

Bu kutlama tevazusuna karşın, ruhum bu tevazuyla ilk bakışta çelişkili görünecek bir sağlamlık, ve dinginlik içerisinde...

Hayat karşısında ustalaştıkça, davranışlarınız sadeleşiyor...

Şimdi kuş uçmaz kervan geçmez Hint dağlarındaki “bilgeleri” daha iyi anlıyorum...

Keza, 28 yıl Güney Afrika hapihanelerinde kalan Nelson Mandela’nın çelik disiplinli tevazusunu...

“Kışın ortasında içlerindeki yenilmez yazın” mucizesini bulanların sihirli yaşamları onlarınki...

DİĞER YENİ YAZILAR