Müslüm Baba’nın çok kötü kullanılmış bedeni...

Haberin Devamı

Müslüm Baba’nın doktoru Profesör Bingür Sönmez, Baba’nın kalp ameliyatıyla ilgili sorulara şöyle cevap veriyor:

- “Bu ameliyatlardan sonra tek sağlıklı organ kalptir... Çünkü zaten kalbi ameliyat ediyoruz... Fakat ikinci üçüncü organlar, eğer iyi durumda değillerse, ameliyattan çok kötü etkileniyorlar... Böbrek, akciğer, karaciğer gibi...”

Doktor Müslüm Baba’nın bedeni için “Çok kötü kullanılmış bir beden” deyimini kullanıyor...

Uzun yıllar önce en fazla duymak istemediğim ifade bu ifadeydi...

Vücudumu iyi kullanmadığımı bildiğimden, “Vücudunu iyi kullanmamış” ifadesine ifrit olurdum...

***


Bilirdim ki kontrole girsem, akciğer dumanlarla kaplı görünecek...

Karaciğer pek mükemmel bir tablo arzetmeyecek...

Kalbim ve ona ulaşan damarlarımın vaziyet-i umumiyesi, negatife kayacağı kuşku götürmeyen bir mizaç taşıyacak...

Belki bir böbrek iltihaplanması, bel fıtıklanması, boyun kireçlenmesi gibi uvertür piyangoların çıkması ihtimali de cabası...

Okulda Yurttaşlık Bilgisi dersinde Hoca’dan “Aferin” aldığı kuşku götürmeyen, “inek” kategorisinden öğrenci profiline mensup aidiyetler, “Vücudunuz da arabanız gibidir... Arabanıza nasıl bakıyorsanız, vücudunuza da aynı şekilde bakacaksınız...” dedikçe kan beynime sıçrardı...

İçimden “Ulan kaybol şuradan... Ben arabama da bakmam... Suyu kalmamış, yağı bitmiş fark etmem... Lastikler kabak, jant eğik hissetmem...” demek gelirdi...

***


Ne ki içten içe, “çok kötü baktığımdan emin olduğum” vücudumun suçluluk duygusunu beynimin derinliklerinde hisseder, “psikolojiye aşırı önem atfederek, benim psikolojim sağlam, fizyolojim etkilenmez...” türü garabet izahatlardan medet umardım...

Gördüm işte...

Müslüm Baba gibi hayatı psikoloji ve müzikolojiyle götüren üstat bile, bir kalp ameliyatından, diğer organların iflas durumuna binaen kolay çıkamamakta, bütün doktorları ve hastaneyi kendine seferber etmekte...

Her şarkısında tüm gönülleri ve vücutları ayağa kaldıran Müslüm Baba’nın bile vücudu kötü kullanımdan iflas etmişse, “ifrit de olsanız” kendi dilimle söylemeliyim;

Baba’ya duayı esirgemeyin, vücudunuzla da dans etmeye bakın...

Dün 15 kilometrenin üzerine, Boğaziçi Üniversitesi yokuşunu bir solukta tırmanırken, içimden ruhuma şöyle mırıldanmaktaydım;

“Ne muhteşem bir duygu; vücudun süzülmesi, ciğerlerin açılması ve nefesin taşması... Şükür içimdeki bu barışıklığa ve huzura...”

*****


ABDULLAH ÖCALAN’IN TÜRKİYE’NİN ELİNDE OLMASI BARIŞ İÇİN BİR ŞANSTIR...

PKK saldırılarının gözyaşlarını sel ettiği günlerde şöyle demiştim:

“PKK sorunu asla sadece PKK meselesi değildir...”

PKK bir terör ötgütü...

Neredeyse 30 yıldır savaşan bir terör örgütü...

Terör örgütleri, dünyada uzun zaman bağımsız ve bağlantısız kalamazlar...

Yaptığınız iş illegalse, hele hele terör gibi ancak silahla ve kanla yürütülebiliyorsa, terör örgütü bir süre sonra, değişik istihbarat örgütleriyle işbirliğine girer...

Başka türlü hayatiyetini devam ettiremeyecektir çünkü...

Terör örgütü yöneticilerinin barınmaları, örgüte finans sağlayacak para trafiğini yönetebilmeleri, uyuşturucu ve yasadışı yollardan gelen parayı temin edebilmeleri ve savaştıkları silahları alabilmeleri için “istihbarat teşkilatlarının ve yabancı derin devletlerin” işbirliği şarttır...

***


Başka derin devletlerle, istihbarat örgütleriyle işbirliğine giren terör örgütünün, onlar tarafından kullanılmama ihtimali yoktur...

“Almadan vermek Allah’a mahsus olduğuna göre”, PKK’ya “verilen”lerin de bir karşılığı olacaktır elbet...

30 yıldır Türkiye’de faaliyet gösteren PKK’nın yabancı derin devletlerle ilişkileri, bir ‘hıyanet’ sorunundan ziyade bir varolabilme çabasıdır...

PKK yöneticilerinin böylesi bir Ortadoğu ikliminde, yabancı devletlerin “derin” bağlantılarının bir parçası olmamış olması düşünülemez...

Onun için PKK sorunu asla sadece PKK meselesi değildir ve Kürtlere sosyal, kültürel ve ekonomik hakların verilmesiyle bağlantısı yoktur...

***


PKK’nın cezaevi dışındaki yönetici kadrolarının kimin elinde ve kontenjanında oldukları bilinemez...

Bilinse bile, birşey yapılamaz...

Her devlet kendi çıkarı için, bu unsurları “Kürt meselesini kalkan” yaparak kullanacak...

PKK meselesini kaşıyan ve örgüt içinde bağlantılı yöneticileriyle, kendi oyunlarını dikte etmeye çalışan “yabancı devletlerin” şu andaki konumu itibariyle nüfuz edemeyecekleri tek bir PKK yöneticisi var...

Abdullah Öcalan...

Ona nüfuz etmeleri neredeyse imkansız...

Onun dışındaki herkesle, teröristin kişisel geleceği de dahil pazarlık etme hakkına ve gücüne sahiptir Batı ve başka devletler...

***


Yabancı derin devletlerin uzak kaldığı bu nokta, Türk derin devletinin en yakın olduğu noktadır aslında...

MİT gibi derin devlet kuruluşları, ellerindeki Apo’yla oyun masasına aktif biçimde oturabilirler...

Apo PKK içinde, terörü; asgariye indirebilecek, aşağı çekebilecek, en önemlisi de yabancı istihbarat etkisinden alabilecek tek güçtür...

PKK’yla mücadele başka şey...

PKK görünümlü yabancı derin devletler ve istihbaratıyla mücadele başka bir şey...

PKK’yla mücadele ederken, PKK görünümlü yabancı derin devlet istihbaratlarına karşı, Abdullah Öcalan’ın elinde olması bir kazançtır...

Türkiye’ye hamle ve inisiyatif özgürlüğü verir...

*****


BENİM ÜNİVERSİTE ANILARIM!..

-“Yazılarınıza dikat ettim... Kolej günlerinden, hep gazetecilik ve Atina günlerine atlıyorsunuz?.. Bu halinizle sanki üniversite okumamış gibi bir durumunuz var... Üniversite günleriniz hep es geçiliyorlar?.. Kolej günlerine bir özlem, Atina günlerinde ise yaşanmışlığın verdiği bir tamlık var... Fakat üniversite bir muamma... Orayı hiç anmamanızın, es geçmenizin altında bir şeyler var... Oysa Siyasal Basın Yayın gibi bir okulda okumuş birisinin böyle davranması ve anılarında cimrileşmesi anlaşılmaz...” dedi...

On beş yıldır tanıdığım bir sevdiğimdi...

Yazılarımı bu kadar yakından takip edip, böylesine bir bam teli yakalayıp, beni şok etmesini beklemiyordum...

***


Söyledikleri doğruydu...

Üniversite yıllarını hep es geçiyordum...

Kolej yıllarından, gazeteciliğe, oradan da Atina’ya atlıyordum...

Neden acaba?..

Sabahları uzun yürüyüşlerden sonra, Boğaziçi Üniversitesi’nin içinde ‘ağır spor’a geçiyorum...

Üniversitenin, o muhteşem doğası, yemyeşil dünyası, huzur, barış ve özgürlük veren havası beni içine çekiyor...

Oraya girince, hep 35 yıl önce, mahalle arkadaşımın beni okulunu gezdirdiği gün gözlerimin önüne geliyor...

Ne çok sevmiştim Boğaziçi’ni...

***


Ben Cebeci’de Siyasal’da; Basın Yayın’da okurken, arada bir ‘adam öldürülürdü’, Siyasal’ın çayırlarında...

Polis panzeri beklerdi okulun kapısında...

Okulun bitişiğinde Cumhuriyet Yurdu vardı... Habire basılırdı gece polis tarafından...

Silah bulunmuş olurdu mutlaka odalarda kalorifer arkalarında...

‘Arkadaş’ götürülmüş olurdu cezaevine değilse bile mutlaka nezarethaneye...

Polise düşenlerin ne zaman döneceğini bilmezdik...

Ana babalarına nasıl haber vereceğimizi bilmediğimiz gibi...

Arada bir okul içinde kalır, okul işgal ederdik!..

Polis yaka paça dışarı çıkartır, bazılarımızı içeri alırdı... Polise düştükten sonra, okula dönenlerin havası binbeş yüz olurdu...

“Lenin”imsi bir tavrı benimserdi o arkadaşlar...

Fraksiyon kavgalarında ise o Lenin havasından eser kalmazdı...

Herkes biraz ‘Lenin’ olduğundan ‘Leninler arası kantin kavgaları’ karizma bozarlardı...

Sevdiğim sordu;

“Niye flashback’lerle anlatmıyorsunuz acaba üniversite yıllarınızı?..

Okumadınız mı güzelim üniversitede?..

Yok mu anılarınız o müstesna üniversiteden?..”

Sanırım mizah yazarlığına dönmem gerekecek o yılları anlatırken...

Mizaha vurmadan anlatılmaz o trajedi çünkü!..

DİĞER YENİ YAZILAR