"Migren; Gözünüzde çok büyüttüğünüz ebeveyninizin sevgisini kaybetmekten korkma..."

Haberin Devamı

Ben migren olmadım...

Çevremde migrenden şikayet eden çok kişi oldu...

Reflü ya da gastritle dönem dönem karşılaşırken, migren ve baş ağrılarından muzdarip olmamama şürkettim...

“İyi ki psikolojik ruh halim migren ve baş ağrılarına yol açmadı” diye...

Şimdi R. Şanal’ın Quantum İyileşme kitabından da migrenin nedenini öğrenirken, neden gastrit ve reflüden şikayet ederken, migrenden şikayetçi olmadığımı daha iyi anlıyorum...

R. Şanal kendi abisinden de çok ilginç bir örnek verdiği kitabında şöyle yazıyor:

“MİGREN;

İdolüm ne diyorsa o...

NEDENİ;

Bir yandan kendi fikirleri doğrultusunda eyleme geçmek, diğer yandan da ideal olduğuna inanılan bir kişinin belirsiz fikirleriyle çelişme korkusu...

Gözünde çok büyüttüğü ebeveyninin sevgisini kaybetmekten korkma...

Bütün bunların gerisinde kendi adına karar verme korkusu yatar...

Çünkü o zaman yanlış yapılacak ve bu yanlışın sorumluluğunu kendi taşımak zorunda kalacaktır...

***


Benim abimin böyle bir sorunu vardı (vardı diyorum, çünkü kendisiyle yaptığımız çalışmadan sonra, bir daha migreni nüksetmedi... Ancak bunun yanında çalışma yaptığımız halde migreni devam eden kişiler de olmuyor değil R. Şanal)

Annemin ilk evliliğinden olan oğluydu kendisi...

Babası kan davasında vurularak öldürülmüştü...

***


Yaptığımız çalışma sırasında bir şey hatırladı...

Küçük yaşlarda kendisini her gören ‘Haa sen o kişinin oğlu musun?..’ deyip önce ona acıyarak bakıyor, sonra da ‘Ohoooh onun gibi olman imkansız evladım... O öyle bir adamdı ki, avlayacağı tavşanın önce üzerinden atlar, sonra onu vururdu...’ diyordu...

Bu durumda kendisine verilen mesajlar:

1) ‘Baban gibi olmalısın...

2) Ama onun gibi olman mümkün değil’ şeklindeydi...

Kolaylıkla anlaşılacağı gibi bu birbiriyle çelişkili iki mesaj kaslarda büyük bir gerilim yaratıyordu...

Hani dünyanın en gelişmiş bilgisayarına bir Türk mühendis ‘Ne var ne yok’ diye sorunca, makineden dumanlar çıkmış ya...

Onun gibi...


DÜĞÜMÜ ÇÖZECEK YARGILAR:

Hata yapmaya hakkım yok...

Babama (anneme ya da o kişi kimse) layık biri olmalıyım, yoksa onun sevgisini kaybederim...

Hata yapmaktan korkuyorum...

Her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip olmak beni korkutuyor...

Yukarıdaki cümleleri en az yirmi kere dura dura, bedeninizde ne gibi etkiler bıraktığına dikkat ederek tekrar edin...


EYLEM ÖDEVLERİ;

Kim sizin için çok önemli...

Kime çok ama çok değer veriyorsunuz?..

Bunu düşünün...

‘Kendim olmayı seçiyorum... Böylece yaşamımı güven içinde sürdürebilirim...’ sözünü on kez sabah akşam tekrar edin...

Bunu üç ay boyunca yapın...”

***


R. Şanal’ın söylediklerinde benim ilgimi çeken, direkt migren kısmından ziyade, çocukken bize verilen “çelişkili mesajlar”dı...

Örneğin sürekli yemek yememiz söylenir ve teşvik edilirdi çocukken...

Aynı zamanda şişman olmamamız ve fit kalmamız anlatılırdı...

Oysa basit gerçek “sürekli yemek ye biçimindeki, doymuş olsan da tabağında hiçbir şey bırakmama şeklindeki telkinlerle” fit kalmak mümkün değildi...

Anne baba iki çelişkili mesajı çocuğa doğru bir şey yapıyormuşcasına veriyordu...

Sürekli yemek yer ve doyduğunuz halde tabağınızdakini bitirmeye uğraşırsanız fit kalamıyordunuz...

Fit kalmak istediğinizde ise, “tabağındakileri bitir” türü klişelerden uzak kalmak, hatta sofradan tam doymadan kalkmak zorundaydınız...

Kimse farkında değildir...

Uzun diyetlerde, bir türlü istenilen kilonun verilmemesinin nedeni, bilinçaltımızdaki bu çelişkili mesajlardır...

Beynimize şırıngalanan çelişkili mesajlar, kendi içinde çelişik bireyleri yaratır...

Diyet esnasında “az yeme”

komutunu uygulasanız bile, diyet bittiğinde bilinçaltınızdaki “tabağındakileri bitir” komutu yeniden geçerli

olacaktır...

Kilo almanız da kaçınılmaz...

*****


MÜHENDİS HAYATLAR SİZİ MUTLU EDEMEZLER!..

Dün bir arkadaşımla konuşuyordum...

İstediği ve planladığı şeylerin hiçbiri gerçekleşmiyordu...

Halbuki, gayet ince bir şekilde hesabını kitabını yapıyor, düzgün bir şekilde planlıyordu...

Özel hayatını rayına sokabilmek için, ilişkileri ve erkekleri ince eliyor, sık dokuyor, aradan kendine “olabilir” deyip, uygun olarak seçtiklerinin üzerinde kafa yoruyordu...

Ne ki, bir süre sonra onun istedikleri istediği şekilde olmuyor, istemedikleri ise istemediği şekillerde sebil halde yağıyordu...

Neden böyle olduğuna bir türlü akıl sır erdiremiyordu...

***


Ona hayatı mühendislik yaparak yaşayamayacağını söyledim...

“Mühendis hayatlar, aklı ve hesabı ön plana alırlar...” dedim, “Oysa hayatı sürdüren akıl değil ruhtur... Mühendis bakış ruhun dinamiğini kavrayamaz... Spontanlığı yaşayamaz... mühendislik aklın öncülüğüdür... Ruh akla göre hareket etmez... Özel hayat mühendislik yaparak mümkün değil tanzim edilmez...” dedim... “Bunları yazsana...” dedi...

Pazar yazılarının bu küçük bölümü bu konuşmadan çıktı...

İyi Pazarlar...

*****


SONBAHARIN İLK YAĞMURUNDA BİR PARİS FOTOĞRAFI...


Sonbaharın ilk yağmuru düştü dün...

Biraz çiseledi...

Biraz durdu, biraz yağdı...

Dün yağmur besbelli sonbahar yağmuruydu...

Hava sonbahardı çünkü...

Esinti sonbahar...

Rüzgar sonbahardı...

***


Bayram geliyor...

Bayramlar geliyor...

En son yurt dışına iki yıl önce aynı bayramın üç günü biraz nefes almak için Paris’e gittiğimi hatırladım...

2010 yılının 16-17 Kasım’ıydı...

Seine Nehri’nin kenarında yürüyordum gece vakti...

Zor günler başlamış, daha zor günler ise hamile kalmıştı...

Paris dünkü İstanbul gibi esintili, arada bir çiseliyordu...

Sonbahar gelmişti, ilk yağmurlarını düşüyordu...

***


O gün hayatımın dönüm noktalarından birini yaşadım...

İsçel bir yüzleşmenin, kendi kendimle yaşamsal bir hesaplaşmanın gecesiyde o gece...

Seine Nehri kenarında yürürken hayatımın en önemli duygu zirvelerinden birini yaptığımın farkındaydım...

Bir daha hiçbir şey hiçbir zaman 15 Kasım 2010’daki gibi olmayacaktı...

Bir Kurban Bayramı günüydü...

Paris esintiliydi...

Çiseliyor, duruyor yeniden çiseliyordu...

Yağmur ve sonbahar düşmüştü Paris’e...

O günden beri, bir daha yurt dışına hiç çıkmadığımı fark ettim...

Yaz vakti bir öğlen saatinde dostlarla, karşıdaki Yunan adasının deniz kenarı tavernasında öğle yemeği yemenin dışında...

***


Paris...

Kim bilir kimler gidecek o şehre bu bayramda şimdi...

Bayram’ın ikinci üçüncü günü, hep Türkler’le dolu olacaktır kahveleri, bistroları...

Gitsem kim bilir kaç saat soluksuz yürürdüm Seine boyunca, şehri içime çekerek...

Neresini özledim Paris’in?..

“Hiçbir yerini özel olarak değil sanırım, havasını sadece... Nefes aldığım havasını...

Özgürlük sunan esintisini...

Coşku yaratan rüzgarını...

Romantizm tetikleyen yağmurunu...

Yüreğinde yanan sarı sokak lambasını...

Duygularını inip çıkartan Montmartre merdivenini...

Nefes aldığını hissettiren Seine Nehri’ni...

Nostaljimi tüttüren Saint Michel meydanını...

Havaalanını özledim sanırım Paris’in...

En çok da havaalanını...”

***


Çetin Altan, “yaşayanlar yazamaz” demişti, “yazanlar da yaşayamaz...”

Bu da öyle bir yazı oldu işte...

Yaşanmadan yazılan Paris...

Yaşansaydı şimdi böyle yazılır mıydı bilmem...

Yazılanlar yaşananlardan ibaret olsaydı sadece, yazı yaşamazdı ki ila nihaye...

DİĞER YENİ YAZILAR