Şeker krizi...

Haberin Devamı

TV EM’in yeni yayın dönemi nedeniyle düzenlediği gecede, tanıdık tanımadık herkes aynı soruyu sorunca, dehşet verici gerçeğin farkına vardım...

-”Yaşam biçiminiz bütünüyle değişti...” diyordu herkes, “İçki yok, sigara yok, kilolar yok, diyet yapılıyor... Hiç mi hayatınızdan eksilen onca şey arasında herhangi bir şeyin eksikliğini hissedip krize girmediniz?..”

Sanırsınız ki, “nikotin krizi” mukadderattır değil mi?..

Günde iki paket sigara içen birisi, sigarayı bıraktığında “nikotin krizine girer...”

Hayır girmiyorsunuz...

Birinci hafta sonu ile, onbeşinci günde hafif yollu yokluyor sigara isteği...

Bir kriz denmez...

Akşam iki kadeh parlatma isteği ise, doğrusu hiç kuvvetli bir istek olarak bile gelmedi bana...

Değil ki kriz...

Nispeten kontrollü yeme, yediklerine içtiklerine dikkat etme de öyle büyük bir sorun çıkarmadı...

Her şey rahat ve sakin cereyan etti...

***


Fakat bir şey var ki onun yokluğunun yarattığı kriz beni gerçekten korkuttu...

Kırk yıl düşünsem, kendimin “şeker”e bu derece bağımlı hale getirildiğini bilemezdim...

Meğer gıda endüstrisi bizi her şeyiyle “şeker”e delicesine bağımlı hale getirmiş...

Bu dehşet verici gerçeği, aylar geçip bir türlü bitmek bilmeyen “şeker krizlerinden” sonra anladım...

Haftada iki üç gece, bir iki en fazla da üç kadeh kırmızı şarap içiyordum...

Hemen hemen hiç tatlı yemezdim...

Tatlı krizine girenlere de hayret ederdim; “Allah Allah niye tatlı krizine girerler ki bu insanlar?..” diye...

Meğer haftada iki üç gece aldığım kırmızı şarap, vücudumun şeker ihtiyacını karşılıyormuş da haberim yokmuş...

Şarap tüm alkollü içecekler gibi, alkol biçiminde vücuda girdiğinde şeker halini aldığından, vücudun şeker ihtiyacını kendiliğinden karşılıyor...

***


Şarap içmeyi bütünüyle kestikten bir hafta sonra, canım fena halde tatlı istemeye başladı...

Yemek bitiyor, ancak yemek faslı bitmiyordu...

Tatlı yemeden masadan kalkamaz hale gelmiştim...

Bir süre sonra en azından fazla zararı yok diye “siyah çikolatada” karar kıldım...

Yemeklerin sonunda “bitter çikolata” yiyerek tatlı isteğini kesmeye çalışıyordum...

Bir süre sonra ekmeğin beyazını tedavülden kaldırdım, kepekli ekmeğe geçtim...

Pilav ve makarnada da mümkün olduğunca kepekli hamurdan yapılmış olanları tercih ettim...

Meğer beyaz pilav da, makarna da tıpkı alkol gibi vücutta şeker haline geliyormuş...

Onlar da kesilince ve kepekliye geçince, şeker ihtiyacı iyice arttı...

Yemek sonraları çikolatayı da kestiğimde, arka arkaya “tatlı krizleri” beni yoklamaya başladı...

***


Açık konuşayım...

Hayatımda hiçbir kriz tatlı krizi kadar beni etkilemedi...

Bir ara beyaz ekmeği, beyaz pirinci yemeklerin sonunda tatlı niyetine yemeye başladım...

Gerçekten onlardan bir miktar yediğimde şeker krizi sona eriyordu...

Bazen de önerildiği gibi iki kaşık bal, tatlı isteğimi kesti...

Dehşet bir gerçekle karşı karşıyaydım...

Yıllarca sigara, obezite, alkol, çay, kahve bize acayip bağımlılıklar olarak gösterildi...

Oysa bunların hepsini otuz yıl tüketen birisi olarak söylemeliyim ki, bunların hiçbir tanesi bende “şeker krizi” gibi bir krize neden olmadılar...

Şeker bağımlılığı çocuk yaştan başlatılıyor ve ilerki yaşlarda bu bağımlılık önüne geçilmez bir hal alıyordu...

Üstelik şeker, kanserli hücrelerin doğup büyümesi için vazgeçilmez şarttı...

Her şeyden vazgeçebiliyordunuz, fakat şekerden vazgeçmeniz çok ama çok zor oluyordu...

***


Şeker gördüğüm en büyük bağımlılık maddesiydi...

Yokluğu krize sokuyordu ve kimse ‘şeker’in yarattığı tehlikeler üzerine odaklanmıyordu...

Öyle bir “şeker bombardımanı” altındaydık ki, kendi çocuklarımın şeker isteğini bile, yok edemiyordum...

Ben onları “şekerden uzak tutsam”, bakıcıları, yakınları, okuldaki tabildotları şekerden uzak kalmıyordu...

Minicik çocuklar her geçen gün gözümün önünde “şeker”e bağımlı hale getiriliyor ve ben doğru düzgün hiçbir şey yapamıyordum...

Kendi bağımlılığımı yok etmeye çalışırken, gözümün önünde çocuklarımda oluşan yeni şeker bağımlılıklarına hiçbir şey yapamamak beni kahrediyordu...

İçki, sigara ve obeziteyle mücadele eden Sağlık Bakanlığı, şekerle mücadeleye girişmezse, “kanserin en önemli nedenini” es geçmiş olur...

Biliyorum çok zor bir mücadele bu...

“Mucizeler ancak imkansız sayılan işlerin başarılmasıyla” mümkün olurlar...

Şeker bağımlılığı “dehşet verici” bir bağımlılık...

Bu gerçek önümüzdeki on yılda daha fazla anlaşılacak...

*****


EV ÖDEVLERİ ÖĞRETMEN VE VELİLERİN, ÇOCUKLARIN HAYATINI KONTROL ETME GİRİŞİMİDİR!..

Fransız Cumhurbaşkanı François Hollande “okullarda çocuklara verilen ev ödevlerinin kalkacağını” açıklıyor dün...

Hollande, Paris’te bu açıklamayı ünlü Sorbonne Üniversitesi’nde yapıyor...

Avrupa’nın hatta dünyanın en ünlü Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakültelerinin olduğu üniversiteyi adres seçiyor François Hollande, “ev ödevlerinin kaldırılacağını” açıklarken...

Amacı dünyanın en ünlü üniversitelerinden birinde bu açıklamayı yaparak eğitimde “devrim niteliğinde bir reform” gerçekleştireceğine vurgu yapmak...

Fransa’da Sorbonne’da yapılan konuşmaların ayrı bir önemi ve yeri vardır çünkü...

***


Danışmanları Fransa Cumhurbaşkanı’nın konuşma metnini kaç gün önceden hazırladılar bilemiyorum, fakat ben Pazar günü çocukları annelerine bırakırken, “Ev ödevlerinin öğrencilik yıllarımda üzerimde yarattığı psikolojik baskıyı” anlatıyor, annelerine “velilerin ancak üstesinden gelebileceği ağır ev ödevleri” verilmesi halinde, ev ödevini yapmamasını ona salık veriyordum...

Öyle ya annemin yaptığı ödevlerin bana ne faydası oldu ki?..

“Ben yaptım” intibaı vererek, yalancılığı, göz göre ödev sahtekarlığını teşvik etmesinin dışında...

O ödevleri, benim yapamayacağımı, o haritaları benim çizemeyeceğimi, aslında ressam olan diş doktoru komşumuz Celal Bey’in karaladığı eskizleri benim imajine etme şansımın olmadığını, Hoca’lar bilmiyor muydu?..

Bal gibi biliyorlardı ve bence bile bile “ödev sahtekarlığını teşvik ediyorlardı...”

Sırf bir ego yarışı uğruna...

“Benim sınıfım diğer sınıflardan daha güzel ödevler hazırlıyor” demenin cafcaflı tatmini adına...

***


Okulda son dersi etüd koyup, öğrenciyi evde serbest bırakmak uğruna, ödeve boğmanın altında yatan temel neden, öğretmen ve velilerin “çocukları boş bıraktığında kontrol edemeyeceklerine duydukları derin güvensizliktir...”

Çocuk okuldan eve geldiğinde ona nasıl vakit geçirteceklerini bilemediklerinden, yükledikleri ödevlerle çocuğun hayatından çalarlar...

Elbette başıboş kalmamalı ve ödev yerine saatlerce televizyon seyretmemeli çocuklar...

Ancak yüzme, tenis, basketbol, voleybol, futbol, atletizm, eskrim gibi sporun onlarca branşı, drama, müzik, dans, bale gibi ibadullah etkinlik ve hobi ne güne duruyor?..

Ev ödevi çocuklara ne yapacağını bilemeyen öğretmenler ve velilerin, “onların kafalarını evdeyken bile ders kitaplarına sokarak” yaşamdan uzaklaştırma gayretlerinin bir uzantısıdır...

François Hollande’ı tebrik ediyorum...

Bu gerçeğin farkına varıp, ünlü Sorbonne Üniversitesi’nde cesaretle dile getirdiği için...

Hemen karşısında bohem bir öğrenci “cafe”si vardır o Sorbonne’un...

Paris’in dondurucu soğuğunda bir parça ısınmak, Saint Michel’in insanı sırılsıklam ıslatan yağmurundan korunmak ve sıcacık bir kahveyi yudumlamak için birebirdir...

O cafe’de saatlerce okuduğum kitapları hatırlıyorum şimdi...

Seyrettiğim sloganlarla kaplı soğuk taş duvarlı Sorbonne’u...

Sloganlar, protestolar, tanışıklar, polis panzeri ve Sorbonne’lu sevgili...

“Özlemin Eski Tadı Yok” demişti yazdığı kitabının kapağında ünlü sanatçı Simone Signoret...

Nasıl yok!..

Gelsin bir de bana sorsun var mı yok mu diye?..

Ona en iyisi yazdığı öteki kitabının kapağıyla cevap vereyim:

“Yarın Gülümsüyordu...”

DİĞER YENİ YAZILAR