Gençliğimdeki sivilceler... “Yakınlara duyulan kızgınlık... Kendini ifade etme konusunda engeller...”

Haberin Devamı

En nefret ettiğimiz şey gençlik yıllarının tazeliğinde yüzümüzde çıkan sivilcelerdi...

Çok sivilceli arkadaşlardan uzak dururduk...

Kendi tek tük sevilcelerimizi, nasıl olup da yok edeceğimiz üzerine derin araştırmalar yapar, sivilcelerini sıkan arkadaşların başlarına sonra ne geliyor diye merak ederdik...

“Sivilcelerinizi kendiniz sıkmayın... Sonra mikrop kapar, cerahat patlar ve hayat boyu izi kalır...” derlerdi...

Korkar sıkamazdık...

Babama sivilcelerin nedenini sorduğumda, “Gençlik yıllarında hepimizde oldu” derdi, “Fazla üstünde durma...”

Oysa üstünde durmamak mümkün değildi...

Tam güzel güzel okula gidecekken, sabah ayna karşısında, burnumun üzerinde kıpkırmızı bir sivilce görürdüm...

Acırdı...

Acımadan daha önemlisi burnun ya da yanağın üzerinde “çıban” gibi çıkan sivilcenin yüzüme ve ruhuma sindirdiği yara iziydi...

Böyle çıkmak istemezdim, arkadaşlarımın ve kızların karşısına...

Kafaya takar, sinirlenir, sivilcenin yok olması için binbir dereden su getirirdim...

***


R. Şanal’ın Quantum İyileşme kitabını okurken ‘Sivilceler’in Nedenleri’ bölümünü önce yüzümde beliren hafif bir tebessümle okudum...

Şöyle yazıyordu:

“NEDENİ:

Yakınlarına duyulan kızgınlık...

Kendini ifade etme konusunda engelle karşılaşma...

Kızgınlığın içe atılması...

Nitekim sivilceler genellikle gençlerde görülür...

Bu da gencin çevreye uyum sağlama konusundaki çabalarının sivilce olarak dışa vurulmasıdır...”

***


Sivilcelerin nedenini okuyunca, yine ilk gençlik yıllarıma gitti düşüncelerim, duygularım...

Anne baba okul üçgeninde, gençlik günlerinde “ne kadar anlaşılmadığımı” düşünürdüm...

Ne kadar da anlaşılmak için uğraşır, beyhude çabalardan muzdarip, kendini ifade edememenin çaresizliğinde içime dönerdim...

Nereden bilebilirdim ki, yüzümde endam eden sivilceler, o duygu karabulutlarının sonunda yüzümde oluşmaktadır...

Bir taraftan “beni anlamayan” çevreye öfke, diğer yandan, kendini edemeyen engellerle boğuşan, genç bir kalbin ‘sivilcelerle’ yarattığı huzursuz denge...

O sırada yüzü bütünüyle sivilcelerle kaplı arkadaşlarımın, “duygusal dünyalarında ne badirelerle karşılaşmış olduğunu” şimdi kavrayabiliyorum ancak...

***


R. Şanal sivilce düğümüne neden olan yargıları ve düğümü çözecek tekrarları şöyle sıralıyor:

“Kızgınım, kimse beni anlamıyor...

Kızgınım bir türlü istediğim kişi olamıyorum...

Kendimi ifade etmekten korkuyorum...

Duygularımı söylersem yakınlarım beni terk eder...

Kim korkuyor?..

O korkuyor...”

***


Sivilceleri yok edecek eylem ödevleri şunlar:

“Bazı duygularınızı yakınlarınızla paylaşabilirsiniz...

Fakat bunu suçlamadan, genelleştirmeden yapmaya gayret edin...

Yalnız başınıza olduğunuz bazı zamanlar bağırarak duygularınızı boşaltın...

Hangi yeteneğinizi kullanmayıp ertelediğinizi araştırın ve onu kullanmaya başlayın...

Örneğin resim yapmak sizi mutlu ediyorsa bunu mutlaka yapın...

Veya sizi spor yapmak rahatlatıyor olabilir...

Duygularınızı yazarak da ifade edebilirsiniz...

Günlük tutabilirsiniz...

Ya da bunların hiçbirini yapmayıp, sivilceleri fondotenle kapatabilirsiniz...

En çok kızdığınız kişiyi karşınızda hayal edip ona gerçek duygularınızı söyleyebilirsiniz... (aman dikkat bunu yalnızken yapın)”

***


Gençlik geçti, artık gerek kalmadı diye düşünüyorsunuzdur şimdi...

Hayır geçmedi, üstelik ergenlik yaşındaki çocuğunuz bu duyguları yaşıyor şimdi...

Hayatımın sonrasında karşılaştığım sivilce olayı ise bir yaşam dersi sunar nitelikteydi...

İlk gençlik yılları geçmiş otuzlu yaşların ortasına gelmiştim...

Koskoca adamdım...

Televizyonda ratingleri mucizeler yaratan bir program yapıyordum...

Bir kanaldan bir başkasına transfer olmuş, her gece 23’ten sonra günün en çok konuşulan konusunu canlı yayın konuklarıyla ekrana getiriyordum...

Ana haber bülteni macerası henüz başlamamıştı...

***


Ancak çözemediğim büyük bir sorun vardı...

Show TV’nin o yıllarda yayın yaptığımız stüdyosu haber merkezinin ortasında, her türlü dış sese ve efekte açık bir masadan yapılıyordu...

Arkada muhabirler konuşuyor, oturanlar, kalkanlar, haber merkezine girenler, çıkanlar, hayatın doğal devinimi dışarda devam ediyordu...

Böyle bir ortamda canlı yayın yapmak bana inanılmaz zor geliyordu...

Bir türlü konsantrasyon sağlayamıyor, kendimi tedirgin hissediyordum...

Yayın yaptığım yerin kapalı bir stüdyo olmasını istedim...

Bana cevap olarak “Amerika’da da bu işler böyle... Haber merkezinin ortasından yayın daha sağlıklı” gibi anlamsız bir cevap geldi...

Konsantre olamıyor, kendimi bir panayırın ortasında hissediyordum...

Kapalı bir alan olması için ne yaptıysam fayda vermedi...

Derken yüzümün sol tarafında ufak bir sivilce oluştu...

O sivilce günler geçtikçe büyüdü, büyüdü, büyüdü ve yüzümün dörtte birini kaplar hale geldi...

Ne olduğunu anlamıyordum...

Yıllardır yüzümde sivilce çıkmamıştı, bu ise bir sivilce değil bir çıbandı sanki...

Sivilce öyle büyük bir hal almıştı ki, artık yayın yapamaz haldeydim...

***


Bir gece patladı o sivilce...

Kendiliğinden...

Derin bir yarık açıldı yüzümün ortasında...

Harika Avcı’yla yakınlaştığım bir dönemdi...

Estetik operasyonlarını yapan Doktor Onur Erol’a apar topar gittik...

Yüzümdeki yarık izi oluşturan sivilceyi resmen ameliyat etti...

-”Bir hafta yayına çıkamazsın...” dedi...

Her gün yayın yapmazsam, hayatın duracağını zanettiğim günlerdi...

Kanala “stüdyo kapalı olmadan çıkamayacağımı” söyledim...

Yeşil çuha gibi kalın bir perde bulup haber merkezinin ortasına çektiler ve yayın yaptığım yeri ayırdılar...

O şartlarda yaptım yayını...

Sivilce yok oldu...

O yeşil perdeyle izole edilmiş stüdyoda, hayatımın en başarılı yayınları gerçekleşti...

Bazen koskoca stüdyoları “yayıncılığın başarısı için elzem şart” olarak görenleri gördüğümde içim bir tuhaf olur...

Elim yanağıma gider, geçmişten kalan yara izini hafifçe okşarım...

Televizyon tarihine geçen en başarılı yayınlarımın, stüdyonun bile olmadığı genişçe bir salonun ortasındaki bir masa ve sandalyeden oluşan bir yerde gerçekleştiğini hatırlarım...

Arkamdaki gürültüyü susturabilmenin stresiyle canlı yayında patlayan sivilcem, yapılan onca operasyona rağmen, yüzümde küçük bir yara izi bırakmıştı...

Yarayı okşar, hayatın beni olgunlaştırdığı yaraları, sindirmeye çalışırım...

Tevekkülle...

*****


SONBAHARDA AŞK HÜZÜNLÜ VE GÜZELDİR...

Önceki gece aniden hayatımın son yılları gözümün önünden geçti...Üç yıldır Yengeç burcunda bulunan Satürn’ün “zor koşullar sunan” etkisiyle ev ve aile konularında çok zor günler geçirmiştim...

Ne kadar uzun bir zamandır, bir sevgiliyle gece boyu süren uzun sohbete, fısır fısır konuşan vücut diline, hayatta yalnız olmadığını anlatan duygusal bir yakınlaşmaya özne olamadığımı düşünüyordum...

Çocuklarımı, ailemi koruma kaygısı, atlattığım onca badirede beni yapayalnız hissetirmiş, çocuklarıma sarılarak hayata sarılır olmuştum...

***


Hayatımın hiçbir dönemini kolay kolay unutmam...

Ancak kabul etmeliyim ki, “bu dönemi hiçbir zaman hiçbir şekliyle unutmayacağım...”

Satürn öyle bir etki bırakıyor geldiği burçlar üzerinde...

Sizi olgunlaştırmak, hayattaki duygu ve düşünce biçiminizi yeniden şekillendirmek, hatalarınızdan ve zaaflarınızdan arındırabilmek için geliyor...

Aile ve ev konularında üç yıl önceki duygu ve düşüncelerime bakıyorum...

Sonra bugünküleri gözden geçiriyorum...

Arada dağlardan da büyük bir fark var...

Üç yıl önceki ben, “bir çocukmuşum aile ve ev konularında...”

***


Hayatın gerçeklerinden bihaber...

O gerçekler ve kişilerle yüzleşebilecek cesaretten ve güçten çekinen...

Yüzleşmelerden hafif kaçarak, “nisbi olarak kaçak güreşen...”

Bir ademmişim...

Bir şahin kadar cesaretli...

Bir kartal kadar güçlü...

Ve bir insan kadar yalnız hissettim kendimi önceki akşam...

Sonbahar geliyor...

Aşkın hüzünlü mevsimi kapıyı çalıyor...

Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda, nasıl da sırılsıklam bir sonbahar aşkı yaşanır şimdi...

Hüzünlü sonbaharın, sararmış yapraklarının gölgesinde, nasıl da hüzünlerden mutluluk doğuracak, bir duygu patlamasına tanıklık edilir şimdi...

Sonbahar...

Benim gibiler için “aşkın mevsimidir...”

Hüznün beni gülümsettiği mevsimin adıdır Sonbahar...

Hüznün aşkı döllediği, yağan yağmurun sırılsıklam aşklar doğurduğu, rüzgarın sevgi taşıdığı mevsimin adıdır Sonbahar...

Yalnız geçen yılların girdabının arkasından gelen Sonbahar...

Bir doğumdur aslında o Sonbahar...

DİĞER YENİ YAZILAR