Fazıl’ı içeri atmaya çalışan birileri yok!..

Haberin Devamı

Habertürk Televizyonu’ndan birkaç kez aradılar önceki gün...

Fazıl Say’la ilgili bir program var, sonra da canlı yayında tartışma falan gibi birşey...

Hep hislerim yönlendirir beni...

Dördüncü kez aradıklarında şöyle dedim:

-”Niye Fazıl Say’ın durumuyla ilgili birşey söyleyip bir tartışmaya girmek durumunda kalacağım ki?..

Kendimi böyle konumlandıramıyorum özür dilerim...”

Programcı arkadaşların ısrarı bu lafım karşısında nihayet bitti...

Bu sözleri söylediğim saatlerde, ne tartışmanın nasıl olacağından, ne kimlerin katılacağından, ne Fazıl Say’la röportaj yapılmış olduğundan haberim vardı...

Sezgilerim, “Böyle bir tartışmanın içine girmenin yanlış olacağını” söylüyordu bana...

***


Hayır yanılmadım, programa katılmamakla...

Sanat nasıl olmalı tartışmasına kendimi sokmamakla...

Herhangi bir sanatçı “Türkiye’yi terketsin mi terketmesin mi” garabetine müdahil olmamakla...

Katılan tartışmacıları tenzih ederim, konu onlarla değil benimle ilgili...

“İnsanları ve davranışları kendi değer yargılarımla ötekileştirmenin, mahkum etmenin hayata katkı sağlamadığına, onu değersizleştirdiğine” inanıyorum artık...

Birilerinin, bir başkalarının hayatta nasıl davranması gerektiğini anlatmasından ve öğretmesinden sıkıldım...

Ben niye Fazıl Say’ın nasıl davranması gerektiğini anlatayım ki?..

Onun bilmediği ve benim bildiğim bir davranış modeli mi var ki ben ona “bir sanatçı şöyle şöyle davranmalı” gibi bir ahkam keseyim...

Benim onun üzerinde muhafazakar veya laik bir didaktik öğretime hak veren ne gibi fazlalığım var?..

Ayrıca bana ne!..

Niye Fazıl’a bir davranış modeli enjekte etmeye kalkayım ki?..

Neden davranış modeli enjeksiyonundan kendime hatırı sayılır bir rant ve prim sağlayayım ki?..

Söyledikleri de attığı tweetler de retweetler de beni ilgilendirmiyor arkadaş...

Böyle geyik tweetler’in hiçbirine bakmıyorum ki Fazıl’ınkilere bakayım...

Hayatın değer skalasında başkaları üzerine ahkam kesen bu tweetlerin bir katma değeri yoktur ki, bunların üzerinden hayatın enerjisini aşağıya çekeyim?..

***


Öte yandan, nedir Allah aşkına Fazıl’da ısrarla “Engizisyon mahkemesine gönderecekler beni” şeklindeki ruh hali...

Halet-i ruhiyesi gereksiz bir şekilde kötü durumda Fazıl’ın...

Ona bir gazeteci olarak söyleyebilirim ki, kendisini içeri atmaya falan uğraşan bir çevre ve durum yok...

Bugün içeri atılabilecek potansiyel suçlular listesinde -rahat edebilir ki- Fazıl Say bulunmaz...

Bir şey bildiğimden değil, Fazıl’ın durumunu bildiğimden...

Türkiye’de muhafazakar bir iktidar var...

O iktidar, kendi kültür ve sanat anlayışını topluma empoze etmeye çalışıyor...

Geçmiş toplumsal empozelerin bir benzeri, bu kez tersten vermeye çalışılıyor...

Tartışmalar ve yaklaşımlar, Kemalist-Dinci ekseninin dışına taşamadığından, herkesin kafasına, sanatına, demokrasi kültürüne ve çarpıcılığıyla, yaratıcılığına göre sanat icra eyleyeceği gerçek demokratik bir tabana oturamıyor...

***


“Müstehcenliğe nasıl karşı çıkarsınız?.. Böyle sanat olur mu?..” teziyle, “Mütedeyyin kesimin mağduriyetini es geçen bir sanatı nasıl savunabiliyorsunuz?..” anlayışına sıkışmış bir tartışmanın sanatı nereye taşıyacağı meçhuldür...

Nereye taşımayacağı ise sarih...

Herkes niye kendi kafasına göre sanat yapamıyor bu ülkede arkadaş?..

Başkasına “didaktik idoller, idealler, kavramlar ve semboller” şırıngalamadan, “herkes kendine özgür ve demokrat” bir sanat yapamaz mı?..

Sıkıldım, bu didaktik teorilerden, içselleştirilmiş eski repliklerden, yüzbinlerce defa tekrarlanmış demagojik literatürden...

Herkesin herkese nasıl olması gerektiğini anlatan, sanatsal toplumsal ve muhafazakar vecizelerden...

Hep bir kendi tuttuğun tarafı içselleştirme, kendi takımını tutma aidiyeti içinde sanatın nasıl yapılabileceğini söyleme cüreti!..

Karşı tarafa yönelik ironik bir küçümseme...

Birçok bilmişlik hali...

Karşı tarafa yönelik bir cehalet snobizmi...

Bir Engizisyon mağduru şizofrenisi...

Bir Müslümanlığı yeniden dirilten mücahit bir sanatçı edası...

Of aman!..

Biraz Necip Fazıl biraz da Nazım Hikmet okumalıyım bu gece ben en iyisi...

Hiç olmazsa ruhum kelimelerin muhteşem raksıyla huzura ersin...

*****


BAŞKALARININ YAŞAMLARINA OLAĞANÜSTÜ DEĞERLER OLUŞTURUN...

“Para sadece değer katmanın ve onlar için iyi işler yapmanın yan ürünüdür...

Yaptığınız işte en iyi olmaya odaklanın...

Kendinizi başkalarının yaşamlarını daha iyi bir hale getirmek için, elinizden gelen herşeyi sunmaya adayın...

Mesleki ve özel yaşamınızın her bir noktasında gerçekten muhteşem olun...

Başkaları için olağanüstü değerler oluşturun...

Para kendiliğinden gelecektir...

Robin Sharma...”

***


“Muhafazakar sanat olur mu olmaz mı?..”

“Sanat devrimci midir?..”

“Başka türü mümkün değil midir?..”

Hayatı yargılarla anlatan, bütün düşünceler, insanın içindeki özgürlüğü ve yaratıcılığı engelliyorlar...

Tanımladığınız herşey, sizi tanım dışına çıkma fırsatından mahrum bırakıyor...

Bunu 25 yıl gazetecilik yaptıktan sonra kendimde farketmiştim...

Oyuncu olan kız arkadaşımla konuşurken aniden onun da, bizim mesleğe benzer acayip şartlanmış meslek ritüellerini duymuştum...

Şöyle diyordu mesela:

“Biz oyuncular, insanlar uyurken çalışırız...

Bizde kameranın motor dediği saat, gidemeyeceği mekan, aşamayacağı zorluklar yoktur...

Biz oyuncuyuz, başka türlü yaşarız...”

***


“Hayret” demiştim, ne kadar benziyor gazetecilikteki “şizofrenik koşullanmalara bunlarınki?..”

Biz de böyle şeyler söyleriz...

“Gazeteci uyumaz...

Gazeteci gece nedir bilmez...

Gazeteci tetiktedir...

Gazeteci bohemdir...

Gazeteci sokak adamıdır...

Gazeteci meyhaneye ve her türlü haneye hakimdir...”

***


Oysa hayatı tanımladıkça, hayatın sınırsızlığını, sonsuzluğunu ve özgürlüğünü yok ediyordunuz...

Örneğin meyhaneyi ve her türlü haneyi bilmeyen genç bir adamı gazeteci olamayacağı gerekçesiyle eve gönderebiliyordunuz...

Ya da “benim akşamları uykum erken gelir” diyen bir konservatuvar öğrencisini, “Sen oyuncu olamazsın... En iyisi tatil köylerinde animasyon yap...” diye sallayabiliyordunuz...

Oysa hayatı kafanızın içindeki tanımlamalarla sınırlamaz ve insanlara değer katma amacını benimserseniz, evrenin işleyişini kolaylaştırırsınız...

Özünüze ve ruhunuza uygun bir insan olmaya doğru dönüşmeye başlarsınız...

Bu şizofrenik koşullanmalardan, bu maraza çıkartan saçmalamalardan kurtulduğumuz ölçüde, yaşamla ve evrenle barışacağız...

İnsanlığa kattığımız değerler, bizi geliştirecekler...

Kendimizi esiri haline getirdiğimiz düşünce zincirleri değil...

DİĞER YENİ YAZILAR