Refah-Yol hükümetinin düştüğü hafta...

Tansu Çiller’e darbe olacağı söylentisinin aktarıldığı telefon konuşması...

Haberin Devamı

12 Haziran 1997 gecesi Tansu Çiller, Refah-Yol hükümetinin Başbakan Yardımcısı’ydı...

Ankara sıcak bir Haziran gecesini yaşıyor, havada yaprak kımıldamıyor ve sıcaklık insanı bunaltıyordu...

Darbe söylentilerinin kulaktan kulağa fısıldandığı günün akşamıydı...

Ankara’daki yoğun söylentiler göre, “o gece darbe yapılacaktı...”

“Refah-Yol hükümetinin düşmesi için düğmeye basılacaktı...”

***


Haber Başbakanlık binasında da duyuldu...

Tansu Çiller’in özel kalem müdürü Akın İstanbulluoğlu idi...

Basın danışmanı Mehmet Bican...

İkili Ankara’da Çiller‘in “makamındaydılar...”

Söylentiler almış başını gidiyordu...

Siyasette ve bürokraside tedirginlik had safhadaydı...

İki bürokrat bir darbe olasılığına karşı makamda “bir temizlik harekatına” giriştiler...

Sorun çıkartabileceğini düşündükleri birtakım belgeleri “kağıt kıyma makinesinde yok ettiler...”

Bugün bunu inkar ederler mi bilmem...

O günlerde bu olayı çok güvendikleri birtakım kişilere söylediler...

***


Akın İstanbulluoğlu bununla yetinmedi...

Ankara’da ayyuka çıkan darbe söylentilerini Tansu Çiller’e iletmek gerektiğini düşündü...

Telefona sarıldı...

Çiller o saatlerde İstanbul Yeniköy’deki yalısındaydı...

Erbakan’la birlikte Refah-Yol hükümetinin iki ana ortağından biriydi...

Darbe söylentilerini duymuş muydu acaba; Akın İstanbulluoğlu bunu bilmiyordu...

O görevini yerine getirecekti...

Çiller’e Ankara’da yoğun bir darbe söylentisi olduğunu bildirecekti...

- “Bu gece darbe olacak deniyor Hanımefendi” dedi...

***


Bunu söylediği anda karşıdan hiç beklemediği bir cevap aldı Akın İstanbulluoğlu...

Tansu Çiller “Böyle bir şey mümkün değil...” diyordu;

“Ben Amerika’nın Adana Başkonsolosu Elizabeth Shelton’la görüştüm... Kendisi Amerika’nın bir askeri darbeye kesinlikle karşı olduğunu bana özellikle söyledi... Böyle bir şey sözkonusu değil...”

Akın İstanbullloğlu sonradan arkadaşlarına itiraf edeceği gibi içinden “Ne yapıyor Tansu Hanım” diye geçirdi...

“Telefonların dinlendiğini bilmiyor mu?.. Amerikan Başkonsolosu’yla görüşmesini söylemesi olacak iş mi?..”

Tansu Çiller ısrarla telefonda “Böyle bir şey mümkün değil...” diyordu...

Akın İstanbulluoğlu telefonu kapattı, durumu Mehmet Bican’la paylaştı...

Niye böyle davranmıştı Çiller...

Lafı ağızlarına tıkamış, Amerikan Başkonsolosu’yla görüştüğünü söylemişti...

***


Burada bir saniye duralım ve Çiller‘in görüştüğü Amerikan Başkonsolosu Elizabeth Shelton’la ilgili kısa bir bilgi notu verelim...

Elizabeth Shelton her ne kadar Amerika’nın Adana Başkonsolosu gözükse de, hakkındaki bilgiler “Başkonsolosluktan çok daha etkin bir görevi” yürüttüğünü söylüyor...

Shelton herhangi bir Başkonsolos değildi...

Tansu Çiller ise Akın İstanbulloğlu’nun darbe söylentisini telefonda anlatmasını, ‘dinlendiğini bildiği telefonlardan mesaj göndermek için’ bir fırsat bilmişti...

Özellikle Elizabeth Shelton ile görüştüğünü söylemiş, “Amerika’nın fiili bir askeri darbeye kesinlikle karşı olduğuna” vurgu yapmıştı...

Bunun özellikle telefondan duyulmasını istemişti Tansu Çiller...

Hani “yapmaya kalkan birisi çıkarsa bu durumu özellikle bilsin” anlamında...

***


Herkes 28 Şubat’ı konuşurken, 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısındaki yasa dışılıkları arıyor...

Oysa o toplantı yürürlükteki 12 Eylül Anayasası’na göre “yasal zemini var olan bir toplantıydı...”

Milli Güvenlik Kurulu’nda hükümet ve askeri kanat eşit oranda temsil ediliyordu...

Cumhurbaşkanı toplantıya başkanlık ediyor, onun oyu eşitlik halinde belirleyici oluyordu...

Anayasa’ya göre Milli Güvenlik Kurulu, Türkiye’nin iç ve dış tehdit saptamasını yapan Milli Güvenlik Stratejisi’ni belirleme hakkına sahipti...

Kırmızı Kitap’ta yer alan bilgiler, Türkiye için iç tehdit “irtica ve bölücülük, dış tehdit ise Yunanistan, Rusya, Suriye olarak sıralanıyordu...”

O gün Milli Güvenlik Kurulu’nun saptadığı iç ve dış tehdit sıralamasını “doğru” kabul etmek yasa dışı bir durum değildi...

Zaten askerler bunu bildiklerinden kendilerine bu iç ve dış tehdit konseptini sivil kuruluşlara anlatmaya girişmişlerdi...

***


Tayyip Erdoğan Milli Güvenlik Kurulu’nda askere eşit ağırlık tanıyan ve Başbakan’la, Genelkurmay Başkanı’nı, Cumhurbaşkanı karşısında eşit tutan durumu değiştirdi...

Bu değişim artık “Cumhurbaşkanı’nı arkasına alarak askeri kanadın, Türkiye’deki iç ve dış tehdit sıralaması yapması dönemini” hukuki olarak sona erdirdi...

28 Şubat’ın en önemli hukuki ayağı, böyle ortadan kaldırıldı...

Milli Güvenlik Kurulu’nda sivil hükümetlerden ayrı olarak “tehdit konsepti” getirilebilme ve ona göre mücadele paketi hazırlatma imkanı sona erdi...

28 Şubat, yasal zemini itibariyle esasen AKP’nin yeni düzenlemesi sonucu böyle bitti...

Bugün Çevik Bir’in “O günlerde biz yasalara uygun davrandık” demesinin altında bu yatıyor...

***


Ancak 28 Şubat sürecinde, hükümet 28 Şubat’ta düşmedi...

17 Haziran’da düştü...

Erbakan 28 Şubat günü, MGK’da, hükümete manevra alanı kazandırmıştı...

Evine gittiğinde merakla bekleyen ailesine “Bir şey yok, merak etmeyin” deyip, rahatça uyumasının altında bu vardı...

Oysa 12’yi 13 Haziran’a bağlayan gece darbe söylentileriyle başlayan süreç, Erbakan‘ı Tansu Çiller’e görevi devretmek üzere istifa noktasına getirdi...

O sırada milletvekilleri DYP’den istifa ediyorlardı...

Erbakan‘ın istifasını alan Demirel, görevi Çiller yerine Mesut Yılmaz’a verdi...

Demirel’in bu uygulamayı, “askerin fiili darbesini engellemek amacıyla” yaptığı söylendi...

Çevresi böyle söyledi...

Çevik Bir’in bugün Demirel‘i eleştirmesinin altında yatan olay budur...

“Biz bir şey yapmayacaktık neden görevi Çiller’e değil Mesut Yılmaz’a verdi” demeye getiriyor...

***


Mesele şudur...

Refah-Yol hükümeti Haziran 1997’de “inanılmaz bir psikolojik türbülansın altında” hükümetten düştü...

Tansu Çiller özel kalem müdürüne “Ben Amerikalılarla konuştum... Askeri bir darbeye kesinlikle karşıyız diyorlar” şeklinde konuşmuş ve telefondan ‘dinleyenlere’ mesaj vermişti...

Fiili askeri darbe olmadı, fakat hükümet düştü o günlerde...

Mesele eğer darbelerle yüzleşmek ve bir daha darbe olmayacak koşulları yaratmaksa, 28 Şubat 1997’yi değil, Haziran 1997’yi çalışmalıdır... Askerin, “Türkiye’nin iç ve dış güvenliği üzerine söz söyleme hakkı olacak mı olmayacak mı?..”

Daha önce iç hizmet kanunu ya da Milli Güvenlik Kurulu gibi mecralarla, dolaylı ve dolaysız bu hakkı bulunuyordu...

Hakkı bulunduğu için söz söyleme mecrası da bulunuyordu...

AKP yaptığı değişikliklerle bunu önemli ölçüde kaldırdı... Yeni Anayasa’yla tamamen güvence altına alırsa mesele kalmaz...

Haziran 1997’deki hükümetin düşmesine neden olduğu söylenen iddialar ve olaylar çalışılmalıdır...

Ancak o dersi çalışırsa, darbelerle arasına duvar örebilir...

*****


GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

BABASINI KAYBEDEN BİR ÇOCUĞUN HİKAYESİ

Nasreddin Hoca, günlerden bir gün çarşıda dolaşırken bir çocukla karşılaşmış...

10-11 yaşlarında ki bu oğlan çocuğu bir kenarda oturmuş sessiz sessiz ağlamaktaymış...

Hoca yanına sokulmuş;

‘Nedir derdin evladım, niye ağlamaktasın’ diye sormuş...

Çocuk hocanın yüzüne bakmış ve babasını yeni kaybettiğini, onu çok özlediğini ve onun için ağladığını söylemiş...

Bunun üzerine Hoca kıyamamış, çocuğun yanına oturmuş ve saatlerce sohbet etmiş...

Ardından yemek yedirmiş, kıyafetler almış ve elinden tutup okula götürmüş...

Çocuk ayrılırken Hoca’nın boynuna sarılmış, teşekkür etmiş ve gülümseyerek koşa koşa sınıfına gitmiş...

Hoca çocuğun arkasından bakmış, ellerini kaldırmış ve ‘Şükürler olsun Rabbim, bugün de en azından bir kişiye sevgi verip, yüzünü gülümsetmeyi nasip ettin’ diyerek evin yolunu tutmuş...

***


Eve geldiğinde ne görsün, kapısına yapıştırılmış bir not ve üzerinde büyük harflerle ‘APTAL HERİF RANDEVUMUZ VARDI, UNUTTUN GELMEDİN’ diye yazıyor...

Notu almış, düşüne düşüne notu yazan filozof arkadaşının evine doğru yürümeye başlamış...

Kapıyı çalmış...

Filozof arkadaşı kapıyı açmış...

Nasreddin Hoca’yı elinde onun kapısına bıraktığı notla görünce hiddetini belirtmeye teşebbüs etmiş fakat Nasreddin Hoca elini dudaklarına götürerek ‘sus’ demiş...

Sus ve beni dinle;

‘Sevgili arkadaşım, ben bugün seninle randevumuz olduğunu ve hayat üzerine söyleşeceğimizi tamamı ile unutmuşum...

Fakat seninle buluşacağım saatlerde bu sohbete daha çok ihtiyacı olan bir çocukla söyleşmekteydim...

Seni beklettiğim için özür dilerim...

Eve gelip kapıma astığın bu notta yer alan iki kelimede adını ve soyadını görmeseydim de hatırlamayacaktım...

‘APTAL HERİF’ notunla kendini hatırlattığın için teşekkür ederim’ demiş ve not kağıdını arkadaşına vererek arkasını dönüp gitmiş...

***


Öyküyü gönderen Burçin Alpacar; “Biz, bizim için en önemli değeriz... Fakat bu ‘en önemli’ olma hali, bizi biz yapan diğerlerini yadsımamızı gerektirmiyor... Bazen kendi ihtiyaçlarımız gözümüzü o kadar kör ediyor ki bir başkasının bizden daha çok veya daha acil ihtiyaçları olduğunu göremiyoruz bile... İstediğimizin istediğimiz zamanda olmamasının verdiği ego rahatsızlığı karşı tarafı acımasızca eleştirmemiz yol açıyor” diyor...

Kim bilir Nasrettin Hoca’nın babasını kaybeden o çocuğa o gün gösterdiği sevgi, hayata nasıl bir değer kattı?..

Kim bilebilir ki?..

DİĞER YENİ YAZILAR