Kendisini bu derece harap eden bir millete Allah ancak sabır verebilir!..

Haberin Devamı

Hiç durmaksızın “mukadderatın dışında” ölümler oluyor bu ülkede...

Dün ölümlere bakar, ölümleri yaşarken, son dakika diye verilen “vahşet biçimindeki trafik kazasının görüntülerine” rastgeldim...

Ölümlerden ölüm beğenmeliyiz biz bu ülkede!..

Terörde şehit düşebiliriz...

Çocuğumuz terörist olabilir, o ölebilir...

Olmadı, trafikte şehrin veya bir Bayram’ın göbeğinde vahşi bir kazada ölürüz...

Bunlar olmadıysa “depremde yüzlercemiz ölürüz, binlercemiz evsiz barksız sakat kalırız...”

Biz “hayatı ölerek yaşarız...”

***


Vikipedi’ye göre, Mukadderat;

“Kişinin gelecekte karşısına çıkması kesinleşmiş olaylara istinaden ‘takdir olunmuş olanlar’, ya da karşılaşılması kaçınılmaz olanlar” demek...

“Gelecekte karşımıza çıkması takdir olunmuş olay” mıdır depremden, trafik kazasından ve terörden ölmek?..

Trafik kazası iradi bir durumdur...

Kişinin eylemi belirler...

Terör iradi bir eylemdir...

İnsanlar terör yapar...

Bir tek “deprem” insan iradesine bağlı iradi bir eylem değildir...

Ancak ne yazık ki depremde ölmek de büyük ölçüde iradidir...

Van’daki depremin bir benzerinde onda bir sayıda insan ölmüyor misal Japonya’da...

Deprem mukadderat olsa da, depremdeki ölümlerin bütünü mukadderat değildir...

***


Hayatı “ölümlerle yaşamak...”

Depremden, terörden, kazadan, töre cinayetinden, koca vahşetinden, faili meçhulden, siyasi linçten ya da kitlesel histeriden; hiç fark etmiyor...

Van depreminde yüzlerce ölüm...

Terör belasına binlerce şehit, onbinlerce silinmiş hayat...

Şehirlerin ve Bayram’ların göbeğinde yaşanan trafik ölümleri...

Önümüz Bayram’dır...

Yollarda, son günlerde verdiğimiz şehitten fazla “ölüm yaşayacağız” bu Bayram’da...

***


Bunca ölüm, yas, acı bir şeyi gösteriyor aslında...

“Mukadderat değil bu ölümler... Ölmek veya ölmemek senin elinde!..” diyor hayat...

Terörü önlemek senin elinde...

Depremde yerin altında kalmayacak evler yapmak senin inisiyatifinde...

Trafik dehşetinde, yollarda ceset halini almamak senin direksiyon hakimiyetinde, otoban yapma yetinde, çağdaş sürücü olma hüviyetinde...

“Hayatı ölümlerle yaşamak...” bu ülkenin mukadderatı gibi gözüküyor...

Oysa mukadderat senin dışında senin için öngörüleni kapsar...

Korunamayan bir karakolda gece yarısı gelen ölüm...

30 yılda çözülemeyen terörde isabet eden kurşundan mülhem mertebe-i şehitlik...

Demir bariyeri aşıp karşıdan sana çarpan kamyon şeklini almış vahşet...

Yıkılacağı ve yerin altında kalacağı bilinerek inşa edilen “kerpiç müsvedde...”

Bunlar, Allah’ın senin için öngördüğü şeyler değiller...

Dolayısıyla mukadderat da değiller...

Mukadderat bir çaresizlik halidir...

Üzüntüsü ve acısı, kendi dışımızdaki olayın çözemediğimiz çaresizliğinden kaynaklanır...

Burada maalesef Tanrı’nın yapabileceği bir şey yok...

Kendisini bu derece harap eden bir millete Tanrı ancak “sabır verebilir...”

****


“BEN SONRA AĞLARIM ABİ...”


Taa CHP günlerinden tanırdım onu... CHP dediysem, 1980 darbesi öncesinin CHP günlerinden...

CHP parti okulunda çalışırdı... Sonra Milliyet’te yıllarca çalıştık aynı gazetede...

VATAN’a başladığı gün, gazetinin önünde görmüştüm kendisini, “o sessiz gülümsemesiyle...”

Sukunet içinde gülümserdi...

Sessiz bir gülümsemeyle söylerdi söylemek istediğini...

Kardeşi Fikret “Ben sonra ağlarım abi” demiş dünkü yazısında... İyi ki hiçbir şey yazmamışım ilk iki gün Hikmet hakkında...

Onun için yazılacak bütün yazılar, “Ben sonra ağlarım abi” yazısının karşısında “hiçliği” temsil eder... Dün bütün gün her okuduğumda hüngür hüngür ağlıyordum...

Hikmet Bila’yı bir parça öğrenmek ve hissetmek istiyorsanız biraz kısalttığım kardeşi Fikret‘in yazısını bir de benim için bir kez daha okuyun...

“BEN SONRA AĞLARIM ABİ...”

“Son nefesini verdi, diye Gülden abla çağırınca, gelip yüzünü ellerimin arasına aldım....

O, benim çok iyi bildiğim tebessümün duruyordu yine yüzünde...

“Bir şey yok, sadece öldüm, o kadar, üzülmeyin” der gibi...

O tebessümünü aldım abi, bende...

Bizimkiler üzülmesin diye herkesten önce toplayıp içine attığın acıların, üzüntülerin üzerine çektiğin o tebessüm...

Sana bakan herkesi rahatlatan o malum tebessümün...

Ölümle pençeleşip yoğun bakımda gözümü ilk açtığımda tepemde gördüğüm o sımsıcak tebessüm...

“Hikmet Bila” denilince herkesin gözünün önünde beliren o olgun tebessümün...

“Nasıl olacak Fikret” diye sorduğunda, “iyi olacak abi” yalanımı yüzüme vurur gibi beliren o tebessümünü aldım yanıma...

Biliyorum ona çok ihtiyacım olacak...

***


Biliyor musun, endişelendiğin gibi olmadı...

Bir yıldır planladığın gibi kimseyi üzmeden ölmeyi başardın...

Mehmet abim epilepsi nöbeti geçirmedi, ablam ve Sevinç çığlıklar atmadı...

Dursun abim uzun uzun sarıldı sana...

Hepsi istediğin gibi davrandı...

Üzülmesin diye hep uzakta tuttuğun Baran koydu mezara seni, Dursun amcasıyla birlikte...

Hiç korktuğun gibi olmadı...

Babasının oğlu gibiydi, dimdik, ayakta...

***


Gözlerim çok sık doldu ama söz verdiğim gibi ağlamadım... Hani derdin ya “Fikret sen ağlama ki bizimkiler korkmasın, sonra ağlarsın”, aynen öyle yaptım...

Ben sonra ağlarım abi... Öğrettiğin gibi kimseyi üzmeden...

Sen, mahallede bana efelenenlere “küçük abime söylersem gününü görürsün” dediğim abimdin....

...

Küçük abi;

Yatağının başucunda, yüzün ellerimdeyken, çocukluğumuz geçti gözümün önünden...

Sana hayıflandığım, küstüğüm arı savaşı geldi aklıma...

Hani, ağaç kovuğundan bölük bölük çıkıp bize saldıran eşek arılarına karşı elindeki dalla tek başına savaşırken, beni ikide bir kovduğun, o heyecanlı macera...

Elimde dal her hamle yaptığımda kovalamıştın beni...

Beni niye ekibe almıyor, Melih’ten ne farkım var diye gönül koyduğum o arı savaşı...

Ağzın gözün şiş içinde arıları uzaklaştırdığında bile anlamamıştım beni niye savaşa sokmadığını...

Avuçlarımdaki tebessümünden şimdi anladım...

...

Daha 12 yaşında nasıl koca bir abi olduğunu hatırladım...

Kulağım ağrıyor diye sabahın 3’ünde küçük sobamızı nasıl nar gibi yaktığını; havlu ısıtıp kulağıma koyduğunu, havlu çabuk soğuyor diye kızarttığın sıcak ekmekleri havluya nasıl sardığını hatırladım...

Kulağımın ağrısını hissetmeyeyim diye nasıl sabaha kadar susmadan konuştuğunu; daha o yaşta, kutupların keşfinden gezegenlerin sıralanışına, Edison’un kim olduğuna; sabunun zeytinyağından yapıldığından, Uzun Hasan’ın kömürü nasıl bulduğuna kadar ne çok şey öğretmiştin...

O geceyi hatırladım; tebessüm ediyordun yine...

***


Ayakkabı alınma sırası sana geldiği halde; naylon ayakkabılarını telle nasıl diktiğin geldi gözlerimin önüne...

Sonra anneme gidip, “benim ayakkabım sağlam, Mehmet abime alalım, daha dün bayıldı ya, iyi gelir” diye büyük büyük konuştuğunu, hatırladım...

Hatırladın mı, gibisinden baktım tebessümüne...

Rahat uyu küçük abi;

İnsanların sana nasıl sevgiyle koştuklarını dün gördüm. Seni neden sevdiklerini anlattılar. Anlamışlar seni... O insanlığın, inceliğin, dürüstlüğün, sevgi dolu yüreğin bulmuş yerini; rahat uyu!

En çok Baran’ı merak ettiğini biliyorum...

Baran’ı merak etme abi...

Artık iki oğlum var:

Büyüğü Baran, küçüğü Cem...

Hele beni hiç merak etme...

Herkes bir toparlansın...

Ben sonra ağlarım abi...’’

****


ÖLÜMLE YAŞAMIN BİRBİRİNE DOKUNDUĞU FOTOĞRAF...


Belki Yunus’un fotoğrafı bundan sonra yaşanacak bir depremde, “ölüme karşı yaşamın buruk bir zaferi” olur...

Ölmüş meçhul bir kişiliğin eli, yer altındaki internet kafede 13 yaşındaki Yunus’a kol kanat geriyor...

Yunus’u ölmüş bir meçhulün toprak olmak üzere olan eli koruyor...

“Ölümün bütün korkunçluğuna karşı, yaşamın buruk bir tebessümü değil de nedir bu?..”

***


Ölümün bütün korkunçluğuna, depremin bütün felaketine, acının bütün dehşetine karşın, halen “bir küçük tebessümü, ufacık bir yaşama umudunu” esirgemedi bizden hayat...

Yunus’un bir ölünün omzundaki elini üzerinden çekmeden, yaşamak için çırpınan yüzündeki dehşet görüntüsü, Van depreminin gerçek resmidir...

Ölümle yaşamın birbirlerine dokunduğu resimdir o fotoğraf...

DİĞER YENİ YAZILAR