Palamut mevsimi...

Haberin Devamı

İstanbul Boğazı’nın kıyısında teyzeler, enişteler, anneanneler sıcaklığında, kalabalık geçen yaz günlerinin sonlarında gelirdi masaya çingene palamutu...

Palamutun sofraya gelmesi, yazın sonu geldi demekti...

Tatil bitiyor, Eylül geliyor demekti...

Okullar açılacak, denize, güneşe, yaza ve Boğaz’a elvada denecek, Ankara’ya dönülecek lacivert ceket gri pantolonlu, kolej günleri başlayacak demekti...

En sevdiğim balık palamuttu...

Kılçıksızdı...

Lop etliydi...

Siyah etinin kızartması ve ızgarasının bol sirkeli, zeytinyağlı, soğanlı ve yeşil biberli çoban salatasıyla tadı muhteşem olurdu...

***


“Çingene palamutu”yla başlayan Ağustos sonu lezzeti, bizler için, okulun başlama zili gibiydi...

Ağzımda çingene palamutunun yarattığı muhteşem lezzet, okulun başlamasının ruhumda yarattığı kekremsi tatla harmanlanması, aşure gibi bir ruh haline dönüşürdü...

Palamut Ağustos sofralarında kendini ilk gösterse de esasen “Eylül”ü çağrıştırırdı...

Biten yaz, aynı zamanda başlayan yeni bir sezon demekti...

***


Önceki gün bir Boğaz çocuğu olan NLP’ci kardeşim Metin‘le (Çınaroğlu) yılın ilk palamutunu yemek üzere Bebek’teki balık lokantama gittim...

Deniz börülcesi, kabak çiçeği dolması biraz da patlıcan salatası aldıktan sonra, ızgara palamut söyledim...

Şef garson “Hani bunun kızartmasını yemeyecek misin” diye öyle bir yüzüme baktı ki, “Getir bir porsiyon da palamut kızartma... Yanında bol limon olsun...” deyiverdim...

Palamut mevsimi gelmişti...

Yaz bitiyordu...

***


Taze umutlar, yeni hedefler, kıpır kıpır heyecanlar var mıydı ruhumda bilmem ancak sofradaki palamut yaz mevsiminin sonuna geldiğimizi işaret ediyordu bana...

Palamutun lezzeti, yeni başlayacak sezona doping olmakla, hayatın keyfinin rehaveti arasında tahtaravalli oynamaktaydı ruhumda...

Bebek koyuna baktım uzun uzun...

Güneş lacivert denizi pırıl pırıl parlatıyor, küçük tekneler minik huzursuz dalgalarla akrobasi yapıyorlardı...

Geç bir öğle vaktiydi...

Önümde ve arkamda hepsi hepsi iki masa vardı restoranın terasında...

Hepsi yabancıydılar...

Bir süre sonra bir karı koca geldi restorana pusetteki çocuklarıyla...

Gençten Arap bir aileydi...

Denizin üzerindeki masalardan birini işaret ettiler şef garsona...

***


Kimbilir ne egzantrik geliyordu Bebek’te bir öğle vakti onlara...

Arkadaşlarına, dostlarına kimbilir nasıl anlatacaklardı yedikleri balığı, denizin üzerindeki tahta beyaz örtülü masayı, küçük tenelerin denizde yarattığı dalgalı tahteravalliyi?..

Boğaz aslında; Boğaz’ın kendi çocuklarına zeytinyağı ve sirkesi bol tutulmuş bir çoban salatası eşliğinde yenen nar gibi kızarmış palamutları hatırlatır çokça...

Yüzdüğünüz kıyıları, akıntıda sürüklendiğiniz suları, sahili vuran dalgaları kıyıdan ve vapurdan yaptığınız balıklamaları...

Boğaz; istavriti, izmariti, çinekopu, toriği, lüferi, midyeyi en çok da palamutu hatırlatır...

O palamut da bitmekte olan bir yazı anlatır Boğaz çocuklarına...

Boğaz’ın çocukları bilirler ki;

Ömür denilen şey, palamut mevsimlerinin toplamından ibarettir...

*****


CADDENİN SOLUNDAN SAĞINA GEÇMEK DEMEKMİŞ ÖMÜR DENİLEN ŞEY!..

Bu Bayram’da İstanbul’da kaldım...

Hayatın ne kadar göreceli olduğunu bir kez daha fark ettim...

Çocukken kışları Ankara’da otururken, uzun yaz tatilleri için İstanbul’a gelirdik...

Boğaz’da anneannemin evinde toplanırdık...

Haziran, Temmuz, Ağustos, hatta Eylül’ün ilk günlerine kadar İstanbul’da kalırdık...

Eylül ortasında okullar açılırdı...

Bir hafta on gün önce Ankara’ya dönüş yolculuğuna gelirdi sıra...

***


İstanbul tatil demekti bizim için...

Boğaz, deniz demekti...

Gün boyu deliler gibi yüzmek, güneşlenip kararmak, balık tutmak, lacivert akşamlarında sahil boyu turlamak, kukalı oynamak, futbol maçı yapmak, açık hava sinemalarında film seyretmek demekti...

Yaz tatilini İstanbul’da yapar, öyle Ankara’ya dönerdik...

Şimdi kışın İstanbul’da yaşıyoruz...

Yaz tatilini Bodrum’da, Çeşme’de yapıyoruz...

Boğaz aynı Boğaz...

Lacivert Boğaz geceleri yine aynı...

Elbet kukalı oynayacak bir yer, futbol maçı yapacak bir halı saha da bulabiliriz istesek...

***


Ne ki beynimizdeki çerçeveleme değişti artık...

Yaz dendi mi, Boğaz gelmiyor aklımıza...

Yaz dendi mi Bodrum, Çeşme geliyor aklımıza...

Çocukluğumuzun yazlığı, yetişkinliğimizin kışlığı oldu...

Ne mutlu ki öyle veya böyle Boğaz’da geçmekte bir ömür...

Yeniköy’deki Köybaşı caddesinden geçerken hep şunu düşünürüm:

“Bir ömür böyle geçti...

Caddenin sol tarafıyla sağ tarafı arasında...

30 yılda para kazandım, şan, şöhret kazandım... Caddenin sağ tarafına geçtim...

Hiç kazanmazken, annesinin babasının dizinin dibindeki bir çocukken, aynı caddenin sağ tarafında, caddenin enlemesine karşılık gelen mesafede oturmaktaydım...

Heyhat!..

Topu topu 20 metrelik bir caddeyi soldan sağa geçmekmiş ömür dediğimiz şey!..”

*****


RIDVAN’A İFRİT OLDUĞUM ANLAR...

Çok sevdiğim birisi Rıdvan...

Öyle böyle değil, gerçekten seviyorum...

Futbol bilgisine ise hayranım...

Birçok konuda Türkiye’de “benim” diyen futbol yorumcularına futbolu öğretti Rıdvan...

Fakat gel gör ki, maç anlatımlarında, spikerin yanında yorumculuk yapmasına ifrit oluyorum Rıdvan‘ın...

***


Çünkü yorumculuk yapmıyor...

İçinde kalmış teknik direktörlük arzusunu gideriyor canlı yayında...

Rıdvan’ın canlı maç anlatımı esnasındaki yorumları şöyle:

“Yapma...”

“Dikkaaat...”

“Biraz daha dikkatli olmak lazım...”

“Faul verecek...”

“Yapma böyle, kart gelecek... Geldi işte...”

“Sakın... Sakııın...”

***


Rıdvan kardeş...

Şimdi bana söyler misin?..

Bu maç anlatımında futbol yorumculuğu mudur?..

Yoksa içinde kalmış futbol teknik direktörlüğünün, maç anlatımı bahanesiyle bire bir dışa vurumu mudur?..

Bu ifadeler, tepkiler, replikler bir futbol teknik direktörünün saha kenarında futbolcusuna yönelik ifadeleri...

Ben senden futbolculara hitap etmeni beklemiyorum kardeş...

Ben senden bana hitap etmeni bekliyorum...

Sen bana yorumculuk yapıyorsun...

Futbolculara koçluk değil...

Onlara yapacaksan, oraya yap...

Bana yapacaksan da bana...

İyi yayınlar!..

DİĞER YENİ YAZILAR