Haber için 'anasını bile sattığı' söylenen gazeteci hayatları...

Haberin Devamı

ÖKSÜZ BİR GAZETECİNİN HAYATA VEDASI...

Hiç ölecekmiş gibi gelmezdi bana Yalçın...

Kolsuz ve her tarafından cep fışkıran yeleği, teleobjektifli son teknolojiyle bezenmiş fotoğraf makinesi, savaş gazetecisi havası ve haliyle Yalçın ölümün, yaşamın, savaşın, barışın fotoğrafını çeken, ancak kendisi hiç ölmeyecekmiş gibi duran bir film kahramanıydı...

Gazeteci olmayı ilk düşündüğüm üniversitenin birinci sınıfında, “köşe yazarı” olmaya öykünmüştüm...

Gazeteye girdin mi bir süre sonra köşe yazarı olunabilir sanıyordum...

“Bana köşe yazarı olmak başka, gazeteci olmak başkadır” dediler;

Sonra da işaret ettiler; “Önce muhabir olacaksın...”

***


“Peki” dedim ve haber peşinde gece gündüz, yaz kış, sabah akşam sürecek bir hayata adımımı attım...

Yalçın Çınar’ı bu “acımasız hayatın” içinde tanıdım...

Stres, gerginlik, en yakınındaki arkadaşınla, meslektaşınla her daim rekabetin getirdiği psikolojik yük insan vücudunun kaldırabileceği bir boyutun ötesindeydi...

Yalçın çok sakin ve dürüst ve arkadaştı...

Yüzündeki sakinlik, duruşundaki kararlılık beraber işe gittiği muhabire rahatlık verirdi...

Erzurum depremine onunla gitmiştik...

Kaldığımız otel gece yarısı artçı sarsıntılarla sallanıp duruyordu...

Yalçın en iyi resimleri çektiğinden, diğer gazeteleri atlatmış hissediyorduk kendimizi...

***


Biz Milliyet’tik...

Akşam olduğunda otelin restoranının diğer masalarında öteki gazetelerdeki meslektaşlarımız oturuyordu...

Hürriyet, Tercüman ve diğerleri...

Masadan masaya kaldırılan rakı kadehlerinin camında, gün boyu sürdürülen amansız rekabetin geceye yansıyan kısa süreli ateşkesinin izdüşümleri olurdu...

Yalçın’la birbirimize gülerdik...

-”O köyden çektiğimiz resim kimsede yok değil mi?..

-Yok kardeş...”

***


En güzel fotoğrafı biz çekecektik...

En özel haberi biz yazacaktık...

En iyi gazeteyi biz hazırlayacaktık...

Buydu görevimiz...

Biz “haberciydik...”

Hani birilerinin tanımlamak için “haber için anasını bile satar bunlar” diye aşağıladığı habercilerden...

Ne anamızı ne babamızı sattık...

Ne arkadaşımızı, ne dostumuzu...

Ne vatanımızı ne de insanlığımızı...

Kendi körpe vücutlarımızın üzerinde, onları bir gün kanser yapacak kadar tepinmenin dışında, kendimizi ve vücudumuzu hor görerek bir gazetecilik abidesi yaratacağımızı hayal etmenin dışında kimselere bir kötülüğümüz olmadı...

Ne Yalçın’ın...

Ne de Yalçın gibilerin...

***


Onu Atina’dan inen uçağın kapısı açıldığında pistte gördüğüm anı hatırlıyorum şimdi...

Bulgaristan’dan Türkler Yunanistan’a kaçmışlardı...

“Zulüm görüyoruz” diyerek...

Yunanlılar Bulgarlarla yakın ilişkideydi ve Türkleri o günlerde Türkiye’ye göndermek yerine, Bulgaristan’a iade etmeyi düşünüyorlardı...

Karı koca çoluk çocuk 9 Türk’ü Atina’da, Yunan makamlarından, Türk Büyükelçiliği’nden ve diğer gazetecilerden kaçırdığımı hatırlıyorum...

Bir otele yerleştirmiştim onları...

Günlerce özel haber yapıp, fotoğraflar göndermiştim...

Sonunda kamuoyu baskısı galip gelmiş, Yunanistan Türkleri Türkiye’ye göndermeye karar vermişti...

Türkiye’den özel bir uçak gönderildi 9 Türk’ü almak için...

***


Günlerdir bütün özel haberleri ve fotoğrafları ilk ben gönderiyordum Atina’dan...

Uçakla İstanbul’a gelirken hala tedirgindim...

Uçaktan inerken, diğer gazeteler bizden iyi fotoğraf almasınlar diye, içim içimi yiyordu...

Ailenin bütün fertleri günlerdir benimleydi ve bana güveniyorlardı...

Gazeteye bir gün önce telefonda “Aman havaalanına çok iyi bir ekip gönderin... Orada diğer gazetelere rezil olmayalım...” demiştim...

“Sen merak etme...” demişlerdi...

“En iyiler gelecek...”

Uçaktan inerken, pistte onlarca fotomuhabiri, kamera ve gazeteci görmüştüm...

Gözlerim aralarında tam ortada en iyi yere konuşlanmış, resim almakta olan Yalçın’ı seçmişti...

Nasıl da içim rahatlamıştı...

Nasıl mutlu olmuştum...

Yalçın varsa mesele yoktu...

Havaalanından da en iyi resimler bizde çıkacaktı...

Milliyet haber savaşını en önde bitirecek, namusuyla noktalayacaktı...

***


Bir haber, bir resim uğruna hayatımıza gadrettiğimiz günlerdi o günler...

Aramızda konuşurken “gazeteci erken ölür” derdik... Sanki başkası ölecekmiş gibi yabancılaşarak söylediğimize...

O yıllarda ölüm bizlere “üzerinde geyiğini yapabilecek bir olgu gibi gelirdi...”

Savaşın ortasında gazetecilik yaptığımız ve her an ölümle burun buruna kurşunların arasından fotoğraf çıkartmaya çalıştığımız halde...

Sanki silahlı olanlarla aramızda gizli bir anlaşmanın olduğunu düşünürdük...

O yeleğin altında görev yapan bizleri vurmazdı, savaşan taraflar...

Öyle inanırdık safça...

***


Gözümün önünden gitmiyor Yalçın’ın safari yelekli savaş muhabiri kıyafeti şimdi...

O mükemmel aksamlı fotoğraf makinesi...

İyi bir haber, güzel bir fotoğraf uğruna hayatına gadreden bu güzel insan, bu büyük gazeteci, ölüm için çok genç bir yaşta, yıllar yılı gazetecilik uğruna hor kullanmaktan çekinmediği vücudunu daha fazla taşıyamadı...

Bilmezsiniz, aslında haberciler fotomuhabirleri öksüzdürler...

Yaptıkları haberlerin, çektikleri fotoğrafların ideolojisi yoktur...

Geniş kitleler idelojisi olmayan o fotoğrafları çekenlerin mütevazi cenaze törenlerinde arkalarında saf tutmazlar...

Arkalarında sadece genç yaşta babalarını kaybetmiş çocukları, her daim dul yaşamış cefakar eşleri, mesleğin tornasından geçmiş, neyin ne olduğunu çok geç anlamış meslek büyükleri, birkaç da gazeteci meslektaş olur vefa buketi niyetine...

***


“Haber için analarını bile satarlar” diye aşağılanmaya çalışılanların, öksüz biten, yüklü hayat yolculukları böyledir...

Yalçın’ın tabutunu “hayattaki ideolojisinin bayrağıyla” sarmışlar...

Siyah beyaz bir Beşiktaş bayrağı tabutu sarmalamış...

Nur içinde yat kardeşim...

***


BAYRAM’LARINI KUTLAYACAKLARIM...

Bugün Bayram’ın son günü...

Herkes tatil yörelerine gidenlerin bayramından söz etti...

Onların hangi sorunlarla karşılaştıkları haber yapıldı...

Tatil yörelerine gitmeyip, İstanbul, Ankara ve benzeri şehirlerde kalanların da ‘bayram’larını tespit ettik...

Devletin tepesindekilerin, askerin, sivilin Bayram’larını da idrak ettik...

***


Bence bir önemli kesim var yeterince Bayram’larını kutlamadığımız...

Onlarla ilgilenmediğimiz, insani dayanışma bağını göstermekten kaçındığımız...

Şike soruşturmasından, Balyoz soruşturmasına, Deniz Feneri’nden, Ergenekon’a, kader mahkumlarından, gazeteci dostlara, futbol yöneticisi arkadaşlardan, özgürlük için gün sayan bütün kalplere kadar, hepsinin Bayram’ını “en içten duygularla” kutluyorum...

Biran önce özgürlüğe kavuşmalarını, sevdikleriyle hasret gidermelerini, özgürlüğün sesini duyup, nefesini hissetmelerini diliyorum...

Cezaevlerindeki tüm kardeşlerin önümüzdeki Bayram’ları, sevdikleriyle beraber, mutlu, huzurlu ve özgür geçirecekleri günlerin gelmesini Allah’tan diliyorum...

Bayram’ınız kutlu olsun kardeşler...

Bu Bayram kutlamam en kalbi olanıdır...

DİĞER YENİ YAZILAR