Oğluma Atatürk resmini gösterirken...

Haberin Devamı

Pazar günü Ayşe Nazlı’nın piyano gösterisi vardı...

Annesi Cumartesi gününden “gösteride giyeceği kıyafetlerle” göndermişti bana kızımı...

Gösteri öncesi evde giydi kıyafetini; “Olmuş mu baba?..” diye geldi karşıma...

Sade bir şıklık içinde görünüyordu kızım...

“Saçlarımı açayım mı, tokalı mı kalsın baba?..” dedi...

“Aç kızım” dedim, “böyle daha iyisin...”

***


Sonra kardeşleri birer birer giydirdik...

Her ikisi de farklı bir şey yaşayacaklarını farketmişlerdi...

Mina üç kez kıyafet değiştirdi, Poyraz iki kez...

Sonunda ben de, aynanın karşısına geçtim, giyindim kuşandım...

Beğenmediğim fuları çıkardım, başkasını taktım...

Pazar günlerine has göstermediğim bir özenle giyindim...

Konser salonu sahne ışıklarının loşluğu dışında doğal olarak karanlık...

Bir süre sonra Mina “karanlıktan ürkünce” dışarı çıkardık...

Biri çıkınca öteki de titikleniyor ikizlerin...

Poyraz’ı da aldım bir süre sonra dışarı çıkardım...

Fuayede onu gezdiriyorum, sıranın Aşye Nazlı’nın gösterisine gelmesini bekliyoruz...

***


Orada duvardaki Atatürk resmini gördüm...

Poyraz kucağımdaydı...

İlk defa Atatürk’le ilgili birşeyler anlatacaktım oğluma...

22 aylıktı...

Söylenenleri konuşmanın düzeyi derecesinde anlıyabiliyordu...

Bir an nasıl bir konuşma yapacağımı kafamdan geçirdim...

“Bu çok önemli bir insan Poyraz’cığım” dedim...

“Atatürk onun ismi... Bizim yaşadığımız ülkeyi kurdu... Çok büyük ve sevilecek bir insan bu insan...”

Dikkatli dikkatli duvardaki resme bakıyordu Poyraz...

Babasının ilk kez anlattıklarını, yarım bir konsantrasyonla dinliyordu...

***


O an, kendi çocuğuma ilk Atatürk öğretisini verdiğimin farkındaydım...

Muhtemelen benim kulağıma iki yaşındayken annemin ve babamın fısıldadıklarını ben de şimdi ona fısıldamaktaydım...

Kuşaklardan kuşaklara bir kültür böyle aktarılıyordu...

Bunu hissediyordum...

Biz Atatürk’ü severek büyüdük...

Biz çocuklarımızı da Atatürk’ü severek büyüteceğiz...

Bunun önüne geçmenin imkanı yok...

Ne ki, ben Atatürk’ü Poyraz’ın kulağına fısıldarken, dünyanın ve Türkiye’nin binbir yerinde binbir türlü babanın kendi çocuklarına binbir çeşit replik fısıldamakta olduğunun farkındaydım...

***


Hayat böyle bir şey...

Babadan çocuklara, bir sevginin tohumları daha 22 aylıkken atılıveriyor...

Ayşe Nazlı’nın piyano gösterisi başlamak üzereydi...

Bebekleri fuayenin ışıklı atmosferinden, salonun loş dünyasına soktum...

Hayrettir; Ayşe Nazlı piyanonun önüne geldiğinde, Mina’nın karanlıktaki ürküntüsünden eser kalmadı...

Ablalarının piyano gösterisini seyrettiler...

Alkışlara, küçük küçük eşlik ettiler...

Piyano çalan bir abla...

Ülkeyi kuran ve duvarda resmi asılı duran çok sevdiğimiz Atatürk’le ilk tanışma...

Bilinçlerimize kazınan bir yaşam tarzının silüetleri...

Boğazım düğümlendi...

Hıçkırığı yuttum...

Herkesin yaşam tarzına sonsuz saygı gösterecekler...

İnsanlık adına, demokrasi adına ve her babanın “kulaklara fısıldadığı repliklerin çeşitliliğine saygı duymak adına...”

Ancak bellidir ki, 11 yaşında piyano gösterisinde bir abla...

Ablalarını 22 aylıkken piyanonun başında izleyen iki bebek...

Ve ilk karşılaştıkları duvardaki Atatürk...

Bizim yaşam silüetimizin pek değişmeyeceği de aşikardır...

*****


KLEOPATRA’DA ÇIRILÇIPLAK SOYUNAN KADIN; ELIZABETH TAYLOR...

Sanıyorum 6 ya da 7 yaşlarındaydım...

Haftalar öncesinden Elizabeth Taylor’un bir sahnesinde çırılçıplak oynamaktan çekinmediği “Kleopatra” filminin Türkiye’ye geleceği konuşuluyordu...

Annemler, babamlar dostları ahbapları herkes “Kleopatra filmi geliyor” diyordu...

Ankara’da Kavaklıdere’nin Çankaya’ya uzandığı o büyük kavşağın, tam girişindeki Göreme sokağında oturuyorduk...

Evimize yürüyerek beş dakika mesafedeydi Şili Meydanı’ndaki Çankaya Sineması...

***


Film 1963 yılında çekilmiş ve dünyada büyük olay koparmıştı...

Türkiye’ye ise ben 6-7 yaşlarında olduğuma göre, sanırım 1966-67 yıllarında gelmişti...

O yıllarda dünya çapındaki filmler, Türkiye’ye iki üç yıl sonra gelirlerdi...

Hayatı birkaç yıl sonrasında izlerdik Amerika ve Avrupa’dan...

Annemlerin arkadaşlarıyla konuşurken “Elizabeth Taylor çırılçıplak görünüyormuş... Çocuğu götürmesek mi acaba?..” diye aralarında tartıştıklarını hatırlıyorum...

Sonunda o yaşta tek çocuğu verecek bir yer bulamadıklarından, çok da mahsurlu olmadığına kanaat getirdiklerinden, beni de aldılar yanlarına...

***


En keyifli saatleri geçirdiğim “Pazar sabahı 10 matinesi”ne Şili Meydanı’ndaki Çankaya Sineması’na gittik...

Uzun bir filmdi Kleopatra...

Büyükler, o filmde oynayan Richard Burton’la, Elizabeth Taylor’un aşk yaşamaya başladığını söylüyorlardı...

Bir sürü karmaşık siyaset ve aşk ilişkisi varmış gibi göründü ilk seyrettiğimde filmi...

Pek bir şey anlamadım...

Büyüklerin konuşmasından çocuklar aramızda sınıfta, “Elizabeth Taylor’u çıplak gördün mü” diye birbirimize sormaya başlamıştık...

Anlarmışız gibi...

Filmi seyretmiş olanlar, Kleopatra’yı çırılçıplak görmenin belli belirsiz havasını basarlardı...

Pek de bir şey anlamadıkları halde...

***


Kleopatra’nın önce Sezar ve sonra da Andonius’un ölümüne neden olan öldürücü kadın (femme fatale), karakterine sahip olduğunu o çocukluk günlerinde elbette anlayamayacaktım...

Çok sonraları çok başka Kleopatra filmleri, o tarihsel gerçeği, gözümde belgeledi...

Ne ki, hayatımın Kleopatra’sı olarak beynimde Elizabeth Taylor kaldı...

Ne zaman Kleopatra dense gözümün önüne ilk menekşe gözlü Liz Taylor geldi...

Bir çocukluk anısı, bütün bir hayatın karakterini belirlemişti...

***


Evliliğimin birbirimizden vazgeçemediğimiz tartışmalı “ikili delilik” günlerinde Elizabeth Taylor bir kez daha hayatıma girdi...

O da eşi Richard Burton’la ne tam ayrılabiliyor ne tam barışabiliyordu...

Tam anlamıyla Sezen’in söylediği “ikili deliliği” yaşamaktaydılar...

“Artık hayatımdan çıksan diyorum, bu ikili delilik sona erse...”

Evlenmişler, ayrılmışlar, yeniden evlenmişler yeniden ayrılmışlar hala bitip tükenmek bilmeden küsüp barışıyorlardı...

Eşimle bir türlü bitiremediğimiz evliliğimizin “Rol modeli oldu” Elizabeth Taylor’la Richard Burton’un deli divane aşkı...

Sonra oradaki rol de bitti ve hayatımdan çıktı Elizabeth Taylor...

AİDS’e karşı savaşıyordu...

Kendinden oldukça küçük ve kadın dövdüğü söylentilerinin şaibesindeki bir inşaat işçisiyle yapmıştı son evliliğini...

Sonra ondan da ayrılmıştı...

Dün öldüğünü duyduğumda, her şey silindi ve yine 7 yaşındaki küçük çocuk gözümün önüne geldi...

Annesi ve babasının ortasında Çankaya Sineması’nın balkonunda “sıcak aile yuvasının” ısıttığı küçük gövdesiyle, perdeyi görebilmek için dik oturmaya özen göstererek filmi seyrediyordu...

Elizabeth Taylor yani Kleopatra tamamen soyunuk olarak göründüğünde, utancından çok fazla perdeye bakmamaya özen göstermişti...

Ölüm, 45 yıldır hayatımın bir yerlerinde hep varolan bir kadına, şükran duygularımı çağrıştırmakta şimdi...

DİĞER YENİ YAZILAR