Necmettin Erbakan'la bir akşam yemeği...

Haberin Devamı

Haber bültenini alalı daha 6-7 ay olmuştu, ama bülten almış başını gidiyordu...

Dört ayda zirveye oturmuş, her geçen gün izleyici sayısı artarak bir fenomen olmaya doğru gidiyordu SHOW haber bülteni...

Dört Haber Müdürü bir de Yurt Haber Müdürü’nden oluşan 5 kişilik bir editoryal kadrom vardı...

Altyazılar ve çarpıcı görüntülerle olayı “evlerin ta içinde hissettirmek” işimizdi...

Bir taraftan da gırgır şamata gırla giderdi aramızda...

***


Hayatı, haberleştirdiğimiz aktörler kadar ciddiye almazdık...

Haberi hep haber gibi vermeyi düşünürdük...

“Kimin ne hesabı var o bizi ilgilendirmez!..” derdik... “Biz haberimize bakarız...”

Bir Genel Yayın Yönetmeni için 37 yaş çok genç bir yaştı...

Hele Türkiye gibi, kan, intikam ve barut kokularıyla harmanlanmış iktidar mücadelesinin acımasızca verildiği bir ülkede...

“İrtica” tehlikesinin gündemi sarstığı günlerdi...

Gün geçmiyordu ki bir kaset, bir olay peydahlanmasın...

Hayatımda tek güvendiğim duygum vicdan duygumdur...

Bir noktada “mutlaka bana dur” der, egomun patlamasını engeller...

Hayatı adil okumamı öğütler...

Haksızlık yapmamayı içten içe tetikler...

***


İlk gençlik yıllarım “solcu”lukla geçmişti...

Erbakan‘ın Milliyetçi Cephe hükümetlerinin benim ve kuşağım üzerinde pek “sempatik” etkileri olduğu söylenemezdi...

Üstelik Erbakan, Ecevit‘le Kıbrıs harekatını yaptığı koalisyonu bozduğundan, hakkında “irticacı” diye sürekli yazılıp çizildiğinden bana o yıllarda pek sempatik gelmezdi...

Ne ki, Erbakan Başbakan’dı ve ben hayatta hiçbir zaman seçimle gelip Başbakan olmuş bir kişiyi “küçümseme” hakkını kendimde görmezdim...

Ankara Temsilcisi bir gün telefon açıp “Erbakan sizin haberlerinizin kamuoyunda çok etkili olduğunu düşünüyor ve sizinle bir akşam yemeği yemek istiyor...” dediğinde, “Vay anasına” demiştim, “Demek SHOW Haber bu noktaya kadar geldi...”

***


Erbakan çevresinin, “Bunlar özellikle bizim aleyhimize haber yapıyorlar...” lafına pek itibar etmemiş, bu fenomen adamı ve ekibi kendi gözleriyle görmek istemişti...

Başbakan ve SHOW Haber ekibi akşam yemeği yiyecektik...

Konu neydi?..

Hiç...

Başbakan Erbakan ekiple tanışmak istemişti...

Milli Selamet Partisi‘nde yakın tanıdığım, “dostum” dediğim tek bir etkin milletvekili vardı...

Abdullah Gül...

Dediler ki Hoca, Abdullah Gül’le yakınlığımı bildiğinden, onu da kendi ekibinden yemeğe çağırmıştı...

Yemekte Abdullah Gül’ün olduğunu duyunca rahatlamıştım...

TRT yıllarından bu yana, ne zaman başım sıkışsa onu yayına çağırırdım...

Hiçbir zaman başına kötü bir sürpriz gelmemiş, bir tuzakla karşılaşmamıştı yayınlarda...

“Bir şey olursa o devreye girer, ortamı yumuşatır... Benim hiçbir şeyi kötü niyetle veya manipülasyon amacıyla yapmadığımı söyler” diye düşünüyordum...

***


Böyle düşünüyordum, çünkü o sırada Hasan Hüseyin Ceylan‘ın konuşma kasetleri, Şevki Yılmaz‘ın kendinden geçmişcesine verdiği vaaz ve bilumum kasetler televizyon haber merkezlerinde gırla gidiyordu...

Biz de herkes kadar, ne eksik ne fazla gelen bu kasetleri yayınlıyorduk, ancak mesele şuydu ki biz hem çok izleniyor, hem çok etkili bulunuyorduk...

Erbakan Hoca’nın, önüne geçmek istediği durum buydu...

Anlaşılan yemekte bizim bu haberleri yaparken hangi “saikle” hareket ettiğimizi öğrenecekti...

Yemeğe geçmeden ayaktaki kısa kokteylde okul arkadaşım RTÜK Başkanvekili Fatih Karaca‘yı da gördüğümde iyice rahatlamıştım...

Hiç olmazsa onlar “Reha bu işleri birilerinin manipülasyonuyla değil, haber olduğu için yapar” derlerdi...

Öyle umuyordum...

Cin gibi bir adamdı Necmettin Erbakan...

***


Hiç de tahmin ettiğim gibi çıkmamıştı...

“İrticacı” mı bilmem de bildiğimiz “politikacı” tipiydi Erbakan...

Mesela dikkat etmiştim en fazla “Mesut Yılmaz’la ilgili siyasi dedikodulara” kulak kabartıyor, aynı esprili minvalde o da Demirel‘le Yılmaz‘la ilgili anekdotlar anlatıyordu...

Ben “Hoca”nın gizli gündemle biran önce İran modeline geçeceğini içten içe düşündüğümden, “Allah Allah” demiştim, “Adam bildiğimiz Ecevit, Demirel, Yılmaz, Tansu Çiller gibi” bir politikacı...

Hatta onların bazılarından daha esprili ve tabii...

“Ben bu adamı yanlış tanımışım...”

***


O da cin gibi beni süzüyordu...

Ekip arkadaşlarımı...

Bizim aramızdaki ilişki modelini...

Bir süre sonra “Bizim hafif yaramaz çocuk sendromunda, çarpıcı haberleri ve riski seven, onun dışında iktidar oyunları oynamaya hiç olmayan genç bir grup olduğumuzu” anlamıştı...

Davudi ses tonuyla, inanılmaz alt yazılarıyla, hayatı ve haberleri köpürten Orhan Can bütün duygusallığıyla ortaya çıkmış, yemek salonunu çınlatan kahkahasıyla “haberleri nasıl çarpıcı biçimde montajladığını ve köpürttüğünü anlatıyordu...”

Ben ve biraz da Kürşat (Yılmaz)...

O günlerde bizim dışımızda siyasi dengelerle ilgilenen kimse olmazdı bizim editoryal ekipte...

Onlar işlerini iyi yaparlardı, “Takmışım abi dengesine” diyerekten...

Fıldır fıldır dönen gözlerini, sürekli kafasında bir cinlik üreten yapısını, gülen, güldüren, rekabetle ve muhabbetle keyiflenen renkli yapısına arada 3 saat süren yemekte tanık oldum Erbakan’ın...

***


Yemek bitti çıktık dışarı...

Orhan Can sanki arkadaşımızla yemişiz gibi “şakalar yapıyor, iyice coşmuş yemeği anlatıyor, İstanbul’da anlatacağı inanılmaz anekdotların antrenmanını yapıyordu...”

İstanbul’a döndüğümüzde haber merkezinde “Hoca’ya dedim ki” türünden “slight gösterilere” başlayacaktı Orhan Can...

Ben ise biraz düşünceliydim...

“Yahu adam da bizim gibi bir adam” diyordum...

Niye bu kadar ötekileştirmişim ki kafamda?..

Bilerek bir haksızlık yapmamıştım...

Ama ötekiler Başbakan’lar kadar özenli davranmamıştım Allah var...

Ankara’nın gecesinin karanlığında kaybolurken, “Arkadaşlar” demiştim, “Erbakan’la ilgili haberlerde biraz daha dikkatli olalım... Bu adamın, diğer liderlerden ve bizden hiçbir farkı yok...”

Buna rağmen haksızlık etmişsem eğer Allah affetsin...

Allah rahmet eylesin...

*****


ERBAKAN’IN MASASINDA DURAN RAKI KADEHİ...

Yıllar geçti bu olayın üzerinden...

Bir gün Haber Müdürüm Ömür Varol, “Abi” dedi, “Manşetlik bir haber var... Ama yayınlayabilir miyiz bilmiyorum...”

Artık ezberlemişlerdi beni...

“Yayınlayabilir miyiz acaba” dediklerinde aynı saniyede bende şafak atıyordu...

“Ne demek yayınlayamayız?.. Arzuhalci miyiz biz gazeteciyiz!.. Elbette yayınlarız!..”

Tarkan’la ilgili, plajdaki o büyük fırtınalar kopartan o fotoğrafları da aynı “tetikleme taktiğiyle” yayınlatmışlardı bana...

***


“Bu seferki iş çok büyük abi” deyip, iyice odunu attı ateşe Ömür...

“Erbakan’ın fotoğrafı var abi” dedi, “Eski bir fotoğraf...

Bürokrat olduğu ya da yeni siyasete girdiği günlerden kalma... Masada bir rakı kadehi var...”

Birisinin içki içip içmemesi benim umurumda değildi...

Ne ki Erbakan hoca, “içki meselesini sadece bir inanç meselesi olarak görmemiş, siyasetinin temel taşlarından biri” haline getirmişti...

Erbakan’ın masasında “rakı” kadehi olması bir haberdi ve bunu araştırmak gerekiyordu...

Bir özel hayat meselesi değil, bir siyasi çelişki meselesiydi...

***


Resim geldi...

Baktım gerçekten de masada “Erbakan’ın önünde duran” ancak yüzde yüz kendisinin içkisi denemeyecek durumda bir kadeh vardı...

“Allahım ne yapsam...”

Yanlış bir şey söylesem, kul hakkı yiyeceğim...

Doğruyu söylemesem, hiçbir şey yokmuş gibi davransam, gazeteciliğime ihanet edeceğim...

Çıkamıyorum işin içinden...

Tahmin de fayda etmiyor...

Resim montaj değil, onu belirledik, ama nerede çekilmiş, kim çevresindekiler, siyasetin içinde mi bürokrat mı o tarihlerde Erbakan bilemiyorum...

***


“Resmi verin bana” dedim, “Ben bir yerlere gideceğim...”

Ekrem Ceyhun Demirel‘in Başbakanlık örtülü ödeneğini teslim edecek kadar güvendiği sırdaşı ve arkadaşıydı...

Ekrem Amca, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Demirel ve Erbakan’la arkadaştı...

Üstelik muhafazakar olduğundan Erbakan’ın çok yakınında güvendiği bir adamdı...

Ben ona Ekrem Amca derdim, çünkü annemin Edebiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşının kocasıydı Ekrem Amca...

Turan Güneş, Ekrem Ceyhun annemin sınıf arkadaşlarının kocaları kontenjanından evimize misafir gelip giden arkadaş grubuydu...

Ekrem Amca beni korurdu, hata yaptırmazdı...

Aradım telefonla Ankara’daydı...

İstanbul’a geleceği günü bekledim, geldiğinde Ataköy’deki evine gittim...

Resmi götürdüm, gösterdim saatlerce onunla durumu değerlendirdim, fotoğrafı çözmeye çalıştım...

***


Kesin bir şey söyleyemedi...

Zaten sanıyorum kesin bir şey bilseydi de söylemezdi...

Sonra geçtim montajın başına, alabildiğince dikkatli, olabildiğince suç işlemeyecek kadar özenli, ama soracak kadar da cesaretli bir metin kaleme aldım...

“Erbakan’ın gençlik fotoğrafının önünde masada duran rakı kadehi kimindi?.. Erbakan’ın mı bir başkasının mı?..”

Bir Parti Başkanı’ydı...

Üstelik en muhafazakar siyasi partinin başkanı...

RTÜK’te partisinin temsilcileri vardı ve en ufak bir hatada televizyona çok ağır cezalar gelirdi...

Haber öyle bir üslupla kaleme alındı ve montajlandı ki, kimse ses çıkaramadı, bağırıp çağıramadı...

Haberi hem yayınlamış, hem de “bağırtmamıştık...”

Aylar sonra sadece bir “uyarı” cezasıyla geçiştirdi konuyu RTÜK...

Hiç sesini çıkarmadı...

Hiçbir şey söylemedi haberle ilgili Erbakan...

DİĞER YENİ YAZILAR