Her şey Arda'nın başına niye geliyor?..

Haberin Devamı

Onu yıllar önce Oray Eğin’in evinde düzenlediği bir doğum günü partisinde görmüştüm...

Olabildiğince sempatik, insanların “bu çocukta şeytan tüyü var” dedikleri türden bir çocuktu...

Gençti, yaşama, yaşamın verdiği nimetlerine açtı, her genç gibi gününü gün etmeye çalışıyor, paranın, şöhretin, Galatasaray’ın ve mesleğinin zirvesinde olmanın avantajlarını yaşamaya çalışıyordu...

Kızların ondan hoşlandığını biliyor, erkeklerin için için kıskançlıktan ifrit olduklarını fark ediyor, tüm bunların ortasında keyfini yaşamaya çalışıyordu...

***


Ünlülere, ünlü yaşamlara, kameralar ve spotlar altındaki yıldız dünyalara ilgisi vardı...

Çoğu ünlü gibi...

Yıllar önce ünlülerle ilgili inanılmaz güzel bir tanımlama okumuştum:

“Yıllar yılı, ünlü ve tanınır olmak için bir taraflarını yırtar ünlü kişi...

Sonra bir gün istediği, arzu ettiği gibi ünlü olur... Artık onu herkes tanımaktadır...

Sokaktan geçen herkes ona bakmaktadır...

İşte o gün, ünlü olmak, her yerde tanınmak için yıllarca her şeyini veren insan, yolda tanınmaktan sıkılmaya başlar...

Dışarda tanınmamak için “siyah gözlükler” takar...

Tanınmak için hayatını veren kişi, şimdi tanınmamak için siyah gözlükler arkasına gizlenmektedir...

Birçok ünlünün hayatında bu paradoks vardır...”

***


Arda henüz gözlüklerin arkasına sığınmasa da, bir süre sonra çok sevdiği ve keyif aldığı ünün üzerinde yarattığı baskı ve komplikasyonlardan sıkılmaya başladı...

Başkan’ına, yöneticilerine gitti, “Medya sürekli benle uğraşıyor” dedi, “Beni rahat bırakmıyorlar ki, futbolculuğumu rahat rahat yapayım... Hep bir baskı var üzerimde...”

Doğruydu söylediği Arda’nın...

Ama bilmediği kendisinin bu durumu kendine çektiği idi...

Arda’nın davranışları Arda’yı popüler yapıyor, Arda kendi davranışlarından oluşan o popülerlikten önce istifade ediyor, keyfini yaşıyor, bir süre sonra ise yarattığı baskıdan sıkılıyordu...

***


Önceki gün yanında Kıvanç Tatlıtuğ’la Galatasaray maçına gelirken gördüm onu...

Kapısı yukarı doğru açılan son model Mercedes’ini almış öyle gelmişti maça...

Gelirken elbette ki biliyordu, Kıvanç Tatlıtuğ’la verecekleri resim, gazete sayfalarını süsleyecekti...

Diğer sakat futbolcu arkadaşlarının önüne geçecekti, kimse Kewel’dan, Baroş’tan, Aykut’tan söz etmeyecek ama Arda’dan edecekti...

Elbette son model Mercedes’inden, mutlaka Kıvanç Tatlıtuğ’la arkadaşlığından...

Kim bilir belki “Sinem niye yok yanında?..” diye de soracaktı paparazziler...

Arda konuşulacak, Arda görünecek, Arda tartışılacaktı...

Ve fakat bütün bu hengâmenin ortasında Galatasaray arada kaynayıp gidecekti...

***


Oysa Galatasaray Arda’yı Arda yapan ana damardı...

Galatasaray olmasa Arda olmazdı...

Galatasaray kaptanı olmasa Arda’nın bu denli süksesi olmazdı...

Arda’yı Arda yapan Galatasaray, son haftaki resmin içinde hiç yoktu...

Egzantrik bir Mercedes, oyuncu Kıvanç Tatlıtuğ’la gelinen bir stat, “Sinem Kobal ve Beren Saat neredeler ki acaba?..” sorusunu uyandıran bir ambiyans...

Kim geliyor Galatasaray’ın kaptanı Arda...

Nereye geliyor Leonard Cohen konserine mi?..

Hayır, Galatasaray Ali Sami Yen Stadı’na, kendi sakat olduğu ve oynayamadığı takımın maçına, arkadaşlarına destek olmaya...

Cumartesi günkü görüntü sakat bir takım kaptanının arkadaşlarına destek görüntüsü değil, bir sinema ya da pop starının maç keyfi görüntüleridir...

***


Sevgili Arda’nın bilmesi gereken “hayatı nasıl yaşarsan, hayat da sana onu verir” gerçeğidir...

Biliyorum şimdi içinden “Avrupa’ya gittiğimde rahat edeceğim... Oralar Türkiye gibi değil... Kimse özel hayatına karışmıyor... Futboluna bakıyor...” diyecek...

Oysa hayatına bakılmasını isteyen Arda’nın kendisi...

Kıvanç Tatlıtuğ’la Ali Sami Yen’e gelmek demek, kameralar beni görsün, bana dikkat etsin demek...

Şimdi biliyorum diyecek ki “Ne var bunda, o benim arkadaşım... Arkadaşımla gitmeyecek miyim maça?..”

Kameraların sevdiklerinden arkadaş yaparsan, sen de kameraları hep sevmek zorunda olursun...

İstemediğin zamanlarda da...

Bu işin güzel tarafları da var, üzen tarafları da...

Avrupa’da belki kameralar seni bu kadar takip etmeyecek...

Emin ol özel hayata saygılı olduklarından değil...

Senden daha fazla ilgi çekeceğini düşündükleri futbolcu starlara yönelecekleri için...

Sözgelimi Victoria Beckham’la David Beckham’ın olduğu ortamlarda, Arda ile Sinem biraz geride kalacak...

O zaman da sakın “Bunalıma girme e mi Arda’cığım?..”

Sen ne demek istediğimi anladın...

Hepimizin başından geçti, senin de geçiyor...

Sevgiler kardeşim...

***


BABALAR VE OĞULLAR...

Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken, çok dokunmuştu Orhan Pamuk’un o sözleri bana:

“Keşke babam, beni bu ödülü alırken görebilseydi...”

Röportajda anlattığına göre babası yazı çizi işiyle amatörce uğraşan bir “aydın”mış...

Belli ki hayatındaki isteği, “iyi bir yazar olmak” babanın...

Kaderin ilginç tesadüfüdür, babaların çok olmak istedikleri şeyin en mükemmelini çocuklarının yapmış olması...

Yarım kalan arzular babalardan oğullara geçerler...

“Baba”sı amatörlüğü aşıp, iyi bir yazar olmayı içinde saklamışken, oğlu babasının içinde sakladığı duygu ve azimden Nobel Edebiyat Ödülü alan bir çocuğa kanatlanıvermiştir...

***


Aşk-ı Memnu gibi son yılların en mükemmel dizilerine imza atan, AY Yapım’ın başarılarını gördükçe hep “Babalar ve Oğullar” isimli bitmez mucizenin senfonisi geliyor gözümün önüne...

Ekrem Çatay TRT’den çıktıktan sonra yıllar yılı ATV’nin Genel Yayın Müdürü’ydü...

ATV dizi kanalıydı...

En iyi diziler ATV’de gösterilirdi...

Çatay da bu dizileri seçen, yapımcılarla sürekli teşrik-i mesai halinde olan bir genel yayın yönetmeni...

Gün geldi, her şey değişti, kanal başka mecralara sürüklendi, Ekrem Çatay kanaldan ayrıldı...

Önce oğluyla Digitürk’te küçük bir kanal yaptılar...

Sonra yıllar yılı en güzel dizileri kanal için seçip yayına sokan Ekrem Çatay’ın oğlu Kerem Çatay babasını yanına alarak bizzat dizi çekim işine girdi...

Şimdi tanesi yüz binlerce liralık bütçelerle dizi çekiyorlar...

En yüksek ratingleri alan, en mükemmel diziler Kerem Çatay’ın dizileri...

Aşk-ı Memnu bunlardan sadece birisi...

Sırada daha neler var?..

***


Şimdi Swiss Otel’in roofunda bir gece geliyor gözlerimin önüne...

Ekrem Çatay ve ben; Kız Kulesi’nden, Haliç’e, Boğaz’dan Marmara’ya her tarafı 270 derecelik bir açıyla gören otelin tepesindeki restoranda fazla etrafa gözükmeden yemek yemekteyiz...

SHOW’dan ATV’ye transfer olabilir miyim onu konuşmaktayız...

Ne sessiz ve duru bir geceydi o gece...

Keyifli keyifli konuşup sohbet edip ayrılmıştık...

Ben ATV’ye transfer olmadım...

Ama o gece iki dostun sıcacık bir yemeğine sahne olmuş, gizlilik bizi birbirimize yakınlaştırmıştı...

Geçenlerde bir restoranda uzak bir masada gördüm onu...

Masadan masaya gözlerimizin içiyle selamlaştık...

Artık oğlu çıkmıştı piyasaya...

Bütün piyasanın yüz binlerce dolarlık en prima işleri onlardaydı...

Hayat bir kez daha değişmez kuralını işletmiş, “Babanın yarım kalan işini, oğlu zirvelere taşımıştı...”

Kim bilir Poyraz neler yapacak?..

Acaba görebilecek miyim?..

Kim bilebilir ki?..

DİĞER YENİ YAZILAR