'CHP'nin oyu şu anda yüzde 30-32, seçimlerde amaç yüzde 40...'

Haberin Devamı

KEMAL KILIÇDAROĞLU’YLA SAMİMİ SOHBET...

Artık 17 yaşında avuçlarımın patlarcasına alkışladığım günlerde olduğu gibi Ankara Farabi sokakta 3 katlı apartmanda değil CHP Genel Merkezi...

Çevre sokakta 7-8 katlı daha modern binada da değil CHP...

Eskişehir yolunda 17 katlı görkemli bir binaya taşınmış CHP Genel Merkezi...

12. katta Kemal Kılıçdaroğlu‘nun odası var...

Deniz Bey‘in odasını kullanıyor yeni lider...

***


Sohbet sıcak başlıyor Kemal Kılıçdaroğlu‘yla...

Benim kafamda en merak ettiğim konu Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin oyunu tam olarak yüzde kaç gördüğü şu anda?..

Çünkü referandumda yüzde 42 “Hayır” çıktı...

MHP’nin İç Anadolu’da oy kaybettiğini görüp, “oylarında genel bir düşüş var” dediler...

“Hayır” diyen sol partiler de oldu, onun için CHP nerede pek belli olmadı...

Kemal Kılıçdaroğlu’na eski bir CHP Genel Sekreteri olan Tarhan Erdem‘in referandum sonrası sözlerini hatırlatıyorum:

“Tarhan Bey, sizin CHP’nin başına gelmenizle oyların aniden yüzde 28-30’lara fırladığını söyledi... Sonra o ivmenin kaybolduğunu yeniden yüzde 23-24 bandına düştüğünü belirtti” diyorum ve soruyorum:

“Siz bu referandum sonuçlarından sonra CHP’nin oyunu yüzde kaç görüyorsunuz?..”

***


Kendi direkt yanıt vermek yerine “Bir üniversitenin yaptığı bilimsel bir araştırma var...” diyor, “Onların hesaplamalarına göre yüzde 42 Hayır çıkan referandum sonuçlarında, CHP’nin oyları yüzde 30-32 bandında...”

Kemal Bey’in açıklamalarından anlıyorum ki referandumda yüzde 58’lik bir “evet” oyunu beklememiş...

“En fazla yüzde 45-55 olur” diye düşünmüş...

“Evet”ler tahminimden fazla geldi” diyor, “Bunun nedeni de sosyal devlet yerine sadaka devleti haline dönüştürülmemiz...”

“O nedir” diye baktığımızı farkediyor ve açıyor:

“Kömür yardımı, ev kadınlarına yardım, yeşil kart gibi şeyler... Seçimlerde oylar istendiği gibi çıkmazsa bu yardımlar yok... Sosyal devlet değil, sadaka veren devlet gibi... Oysa aile sigortası çıkartsalar, insanlar yasa güvencesinde istediklerine oy atacaklar... Bingöl en fazla yardım yaptıkları, yeşil kart uygulamalı yer... Evet’lerin de en çok olduğu illerden biri...”

***


İşte bu noktada, Kemal Kılıçdaroğlu’nun sürekli laikliği tekrarlamak yerine “sosyal politikalara, yoksulluğa, sadaka yerine sosyal güvencelere” yönelik bir strateji kurduğunu görüyorum...

“Sosyal devletin olmadığı, sadaka düzeninin olduğu yerde ne laiklik, ne demokrasi hiçbir şey çalışmaz...” deyiveriyor...

“Seçimlerdeki oy oranınız ne olur?.. Kendinize nasıl bir çıta koydunuz?..” diyorum:

Hiç duraksamadan “Yüzde 40 cevabını veriyor...”

***


YENİ LAİKLİK ANLAYIŞI...

Kemal Kılıçdaroğlu samimi bir lider...

Bu her halinden belli...

Biz konuyu açmadan kendi açıyor, diyor ki “CHP’de genel başkanı değiştirmek için diyelim imza toplanıyor... Bu değiştirilmesi istenen genel başkanın önünde oluyor... Adam değiştirmesini isteyeceği kişinin önünde nasıl imza versin... Bunları değiştirmeliyiz... Demokratik olmak istiyorsak önce milletvekili seçimi de dahil parti için demokrasiyi kurmamız lazım...”

“Geçtiğimiz dönemlerde CHP’nin de kendi içinde demokratik bir parti olmadığını söyleyebilir miyiz” diyorum, “Elbette” diyor...

***


Güngör Mengi‘nin laiklikle ilgili sorularından şu sonucu çıkartıyorum Kemal Kılıçdaroğlu‘yla ilgili...

CHP’nin yeni lideri “Sürekli laikliğe vurgu yapan ve aslında geniş kitlelerin yoksullaşma sürecini fazla kaale almayan politikalardan sıkılmış...”

“Biz yüzde 42 aldık... CHP’nin varlığı laikliğin teminatıdır” diyor ve ekliyor:

“Esas yoksullaşma ve sadaka düzenine karşı çıkmak lazım...”

***


Tophane olaylarında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay‘ın mahalleye gitmesini olumlu karşılamış, “Ama Başbakan Tophane’ye gidip insanlarla konuşmalı, sanatçılara güvence vermeli” diyor...

AVRUPA’YLA NE KONUŞTU?..

CHP’nin yeni liderinin en önemsediği konulardan biri Avrupa Birliği ile ilişkiler...

“Brüksel’de bize karşı olan çok etkin bir Türk çevre var... Bu çevre CHP’nin Avrupa Birliği’ne sürekli karşı olduğunu yayıyor...

Avrupalılarla yaptığım görüşmelerde, “Biz sonuna kadar Avrupa Birliği üyeliğinden yanayız” dedim, “Bugüne kadar Avrupa Birliği uyum yasalarından hiç birisini Meclis’te bloke etmediğimizi hatırlattım” şeklinde konuşuyor...

***


AVRUPA’YA BASKI ALTINDAKİ GAZETECİ LİSTESİ SUNULACAK...

Avrupa’daki muhataplarıyla konuşmalarında Kemal Kılıçdaroğlu‘nun dikkatini bir şey çekmiş...

“Bizde gazetecilere ve medyaya yönelik baskılardan pek haberdar değiller” diyor...

“Gelince arkadaşlara söyledim... Baskı altındaki gazetecilerin listesini çıkartıyoruz... Baskıları anlatacak bir rapor hazırlıyoruz... Türkiye’de basın özgürlüğünün geldiği noktaları geniş olarak raporda aktaracağız... Böylece ellerinde rapor olacak... Genel Kurul’da bu konuda konuşurlarken referans alabilecekler” diyor...

***


“Ne içersiniz” diye sorduğunda bakıyorum meyve sularına özel bir vurgu yapıyor...

Nitekim herkes çay kahve isterken, Kemal Kılıçdaroğlu “Havuç suyu” istiyor...

Güngör Mengi portakal suyu alıyor, Bilal Çetin elma, geri kalanlarımız çay ve kahve...

Garson tatlandırıcının olmadığını söyleyince istediğim espressoyu iptal ediyorum, limonlu çaya dönüyorum...

CHP liderinin Başbakan’la ilgili konuşurken nasıl bir tavır takındığına özellikle dikkat ediyorum...

En sert sözü “İktidardan düşmemek için her yolu denerler” sözü...

Bu konuda hiçbir kuşkusu yok gibi...

Buna karşın özellikle Başbakan’dan bahsederken sürekli “Sayın Başbakan” ifadesini kullanıyor...

Kürt açılımı ve görüşmelerde “olumsuz” bir tavır takınmamaya çalışıyor...

Söylediği şu:

“BDP’nin isteklerini biliyoruz... Başbakan ne diyor.. Onu bilmiyoruz... Onu kamuoyuyla paylaşmalı...”

Özellikle bu son konu...

Ancak Tayyip Erdoğan‘la, Kemal Kılıçdaroğlu‘nun birbirini anlaması ve yakınlaşmasıyla olur...

Türkiye’de Güneydoğu’da kalıcı barış CHP onaylamadan gerçekleşmez...

Bu hem sorumluluk hem de esneklik gerektiriyor...

İkinci defa çikolata ikram ediyor kalkarken Kemal Kılıçdaroğlu...

Çikolatayı ağzıma atıyorum, dışarı çıkıyoruz...

Güneşli bir Ankara havası var dışarda...O güneşin kalıcı bir barış, keyifli bir demokrasi ve çağdaş laik bir Türkiye getirmesini diliyorum...

***


ZORBA’NIN KALP KRİZİNDEN ÖLÜMÜ...

Onu tanıdığımda yayın yönetmenliğini yaptığı ve tirajını üç kat artırdığı Tempo Dergisi‘den yeni ayrılmıştı...

Çılgınca bir başlık atmış, ortalığı birbirine katmış, gelen baskılar ve tehditlerden sonra dergiden ayrılmak zorunda kalmıştı...

Gazetecilikte vasat, uyuz, sinameki insanlardan nefret ederdim...

Ne kokar ne bulaşır ne de çarpıcı bir iş çıkartırlardı...

Varsa yoksa her yapılan yeni işe suratlarını eğer, büyer, mırın kırın ederlerdi...

Emin onlardan değildi...

Kafası çalışmaya başladı mı arka arkaya fikir üretir, denenmeyeni dener, yapılmayanı yoklardı...

***


TRT’de Ateş Hattı‘nı yaptığım yıllardı...

Devlet televizyonunun “özgürlükleri kısıtlı ortamında” kendim gibi daha deli, daha yaratıcı görünen adamları almayı kafama koymuştum...

Emin Tanrıyar‘a, Vehbi Sargın‘a ve Deniz Som‘a arka arkaya teklifler götürdüm...

“Arkadaş TRT’ye program yapıyorum... Gelin beraber çalışalım, daha doğrusu beraber uçalım...”

Gazetecilikte yaratıcılık ve çılgınlıkta sınır tanımayan adamlardı aradıklarım...

Vehbi Sargın yıllar önce yine uçtuğu ve yaratıcılığın doruklarında yaşadığı bir gecenin sonunda, kız arkadaşının evinin balkonundan düştü ve öldü...

Deniz Som, ne hastalık dinledi, ne mahalle baskısı ne telkin!..

Bildiğini okudu, en son Moda‘da “çevredeki muhafazakarlığa inat” sokakta şarap partileri düzenliyordu...

***


Emin o sıralarda gitmek zorunda olduğu başka bir işi olmadığından, sürekli benimle beraberdi...

Bir gün AKŞAM gazetesinde benim odamda oturuyoruz ATEŞ HATTI programını hazırlıyoruz...

Konular ve konuklar arasında sörf yaparken “Şu Mehmet Barlas’ı arasana” dedi...

Açtım telefonu Mehmet Barlas‘a, o günlerde tartışılan bir konu için programa davet edeceğim...

“Sen Emin Çölaşan’ı getirsene benim karşıma” dedi...

İnanalır gibi değildi, Çölaşan onunla tartışmayı istemiş, o o güne kadar oralı olmamıştı...

Şimdi kendisi istiyordu...

Emin Tanrıyar’ın bana yaptığı “Barlas’ı arasana” yollu telkini tarihe geçecek bir televizyon tartışmasını başlatacaktı...

***


Zeki ve yaratıcı bir gazeteciydi...

Tüm yaratıcı insanlarda çokça görüldüğü gibi mükemmeliyetçi ve huysuzdu...

Kimseyle geçinemezdi...

İçinde biriktirir bir süre sonra mutlaka birileriyle küfürleşerek ayrılırdı...

Sevdiği kadınlar onu severler, ama o tek bir kadını sevmezdi...

Kadınları sevdiği, bir kadını severken başka kadınları da sevdiği, kimseye eyvallahı olmadan huysuzca ve yalnız hayatı sürdürdüğü, bohem, deli ve özgürce yaşayabildiği için kendisini Nikos Kazancakis‘in “Zorba”sına layık görmüştü...

Kendini Zorba olarak görür, kendisine Zorba denmesini isterdi...

***


Gazetecilikte bir süre sonra, istediği yaratıcılıkta bir iş bulamayıp İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi...

Datça’ya yerleşmeye karar verdi...

Vino isimli köpeğiyle yedi yıldır Datça’da yaşıyordu...

Rıfat Ababay‘ın reklamcı olan kız kardeşi Dürin Ababay, Emin‘in yıllar önce çalıştıkları dergiden çok yakın arkadaşıydı...

Dürin ona arada bir yapması için İstanbul’dan çeviriler gönderiyor, onları çeviriyor bir miktar para kazanıyor, hayatı keyfince yaşıyordu...

Kadınlardan hiçbir zaman kopmadı, kopamazdı...

İzmir’de dünyalar güzeli bir kız arkadaşı vardı...

Zaman zaman o gelip, Datça’da onda ona bakıyordu...

Kalp hastasıydı...

Ama o siyah üzümler alıp, Datça’da evinde şarap yapıyordu...

En büyük keyif oydu...

Bir de köpeği Vino...

Hayatından geçen kadınlardan, iki güzel çocuğundan, gazetecilikteki başarılarından, hayal kırıklıklarından sonra sığındığı Datça’da onu hayata bağlayan en önemli can yoldaşı köpeği Vino‘ydu...

Vino aşağı, Vino yukarı...

Sevgilisinin dediği gibi “Vino’ya baktığı gibi kendisine baksa bugün sapasağlamdı...”

***


Hayatta karşısına çıkan insanlara öfkeliydi...

Vasatlığa karşı tepkiliydi...

Yaratıcı olmayandan, gelir geçer laf edenden haz etmezdi...

Bir süre sonra mutlaka birilerinde bir “hırt”lık görür, ağzına geleni sayar söverdi...

Muhtemelen Datça’da da birilerine “sayıp sövmüştü...”

Köpeği Vino’yu sokağın ortasında zehirleyip öldürdüler... Zorba köpeği Vino öldürülünce tam anlamıyla yıkıldı...

Bu dünyaya karşı elinde avucunda kalan tek “manevi dayanağı” Vino’suydu...

Müthiş bir öfke duydu dünyaya ve insanlara...

Çok sevdiği Datça’ya öfke duyuyor, oradan kaçmak istiyordu...

Yakın arkadaşı Dürin’in kocası “Hindistan”ı önerdi ona...

Kalktı geçen kış, beş kuruş parasız arkadaşlarının aldığı uçak biletiyle Hindistan’a gitti...

“Kalabilir miyim buralarda” diye...

Kız arkadaşı da beraberindeydi ve kalırsa o da Hindistan’da onla kalacaktı...

Pis buldu ve kalmaktan vazgeçti...

Önceki akşam sevgili dostu Dürin’i aradı...

Arabadaydı şarap yapmak için üzüm aldığı Denizli’den Datça’ya dönüyordu...

Sesi uzun zamandır ilk kez keyifli çıkıyordu...

“Kadınlar üzerine inanılmaz bir şeyi keşfettim Dürin” dedi...

“Kadınlar hakkında bilmeniz gereken en önemli şey, teferruatın (ayrıntı) onlar için her şey olduğudur...”

Bunları söylerken şoför mahallinin yan koltuğunda oturmuş kahkahalar atıyordu...

Saat 19’du...

Telefonu kapattı...

Kırmızı şarap yapacağı Denizli üzümlerine baktı...

15 dakika sonra, kalbinin sıkıştığını farketti...

Başı koltuğun arkasına gitti...

Ve öylece kalakaldı..

Kalp krizi geçiriyordu...

Arabanın içinde siyah şarap yapacağı üzümler yanında, kahkahalar atarken bir anda başı arkaya düşmüştü...

Şoför mahallindeki arkadaşı durumu anlayamadı...

“Ölüm bu kadar kolay olmaz” diye düşünüyordu...

Ama bu kadar kolay oldu işte...

***


Öldürülen köpeğinden önce bir köpeği daha vardı...

Adı “uzo”ydu...

O sıralarda “uzo” içtiği için “uzo” koymuştu köpeğinin adını...

Star televizyonundaydık...

“12 Eylül günlerinde Hava Kuvvetleri’nin tepelerinde 2 milyar dolar rüşvet verildiği iddiasını” yayınlayacak bir dosya hazırlıyorduk...

Bugünlerdeki iddiayı o günlerde yapmaya karar vermiştik...

O dosya televizyon kanalınca sansürlendi, ben de pılımı pırtımı toplayıp ayrılmaya karar verdim...

Akşam Emin, Ömer (Özgüner), Lütfiye (Pekcan) ve bütün ekip toplanmış sansürlenmiş bir program ekibi olarak “özgürlüğün, işsizliğin ve her şeye rağmen koruduğumuz onurun” şerefine kadeh kaldırıyorduk... Ataköy’de Gelik restoranın bir masasına ilişmiştik...

***


O günlerdeki köpeğinin ismi “Uzo”ydu...

Emin o günlerde “Yunan rakısı uzo içiyordu, köpeğinin adını da uzo” koymuştu...

Uzo bir süre sonra “kalp krizi geçirip” apartmanda merdiven başında öldü...

Kalp krizi geçirip ölen belki de tek köpekti Uzo...

Uzo’nun ölümünden sonra Emin uzo içmeyi bıraktı...

Şaraba başladı...

Onun için de yeni köpeğinin adını latincede şarap anlamına gelen “Vino” olarak koydu...

Beraber uyuduğu Vino da öldürülünce hayat damarları tamamen koptu Emin’in...

Kalp krizi onu dünyadan alıp götürmek üzere geldiğinde, yeni aldığı üzümlerden “vino” yapmayı düşünüyordu...

Siyah üzümler arabada yanıbaşında kaldı...

Emin şimdi gerçek dostu “Vino”suna kavuşacaktı...

DİĞER YENİ YAZILAR