Londra Havaalanı'ndaki demokrasi!..

Haberin Devamı

İlk Londra’ya indiğinde fark etti, tamamen başka bir dünyaya geldiğini...

Telaşlı telaşlı koşturan yetmişyedi milletten insan vardı Heathrow Havaalanı’nda...

Renk renk kıyafetler giymişlerdi...

Silindir şapkalar takmışlardı...

Kızıl saçlılar, punk kafalar, horoz kesimi saçlar, dakikalarca öpüşenler, yere kıvrılmış yatanlar, rahipler, rahibeler, berduşlar, keşler...

Bindiği Yeşilköy’deki havalimanından ne kadar da farklı bir görüntüye gelmişti...

Başka bir dünyaydı burası...

Buram buram özgürlük kokuyordu...

***


Herkes kafasına göre giyiniyor, kafasına göre takılıyor, rengârenk bir cümbüşün mahşeri kalabalığının ortasında yapayalnız hisseden genç, nasıl Londra’ya gidip de bir otel bulacağını düşünüyordu...

Sadece İngilizce biliyordu...

Bu başka dünyada elindeki tek maharet buydu...

Başka hiçbir şeyi yoktu...

Ancak İngilizce bilmek, etrafındaki bu mahşeri kalabalığın rengârenk kültürünü anlamaya yeter miydi, ondan emin değildi...

***


Kolej’deki İngilizce’sinin tüm kırıntılarını harekete geçirerek, yönlere baka baka, levhaları takip ede ede, metroyu buldu, metroya indi ve duraktan Londra’nın merkezi denilen Victoria Street’e giden metroya bindi...

Vagon daha da kalabalıktı...

İlk defa bu kadar siyahi insanı aynı mekânda görüyordu...

Kimsenin birbiriyle ilgisi yok gibiydi...

Herkes kendi dünyasında, gazete okuyor, kulaklıkla müzik dinliyor, hiç aşina olmadığı bambaşka şeylerle uğraşıyordu...

Silindir şapkalı adamlar, sevgililer, gitar çalanlar, dilenenler herkes metronun içindeydi...

“Benim ülkemde, insanlar aynı düşünmüyorlar diye birbirlerini öldürürler!.. Burası nasıl bir ülke?..” diye geçirdi içinden...

***


Yaşamının en büyük kırılma noktalarından birini o gün yaşadı...

Demokrasinin ve özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu ilk orada tam olarak fark etti...

Demokrasi sadece farklı fikirler savunabilmek değildi...

Demokrasi farklı hayatlar yaşayabilmekti...

Kafana göre, meşrebine göre, takılmaktı...

Horoz kafalı punk’tan, siyah silindir şapkalı Meksika özentisine kadar herkes bir başkaydı oralarda...

Siyahiler, Hintliler, Pakistanlılar, basket topuyla metroda spordan dönen veletler, hasından İngiliz tipler, mini etekli güzel kızlar herkes aynı metronun mahşeri kalabalığının bir üyesiydi...

***


İçinden ne kadar çok istedi “ülkesinin bir gün bu derece özgür, bu ölçüde nevi şahsına münhasır insanlardan ve hayatlardan” oluşan bir renk cümbüşünde olmasını...

Bu olay olduğunda tarihler 1979’un Temmuz’unu gösteriyordu...

O zamanlar, bireysel özgürlüklerin değil, bireye yönelik suikastlerin, kitlesel farklılaşmaların değil, kitlelerin çokça nasibini aldığı katliamları yaşayan bir ülkeden geliyordu o genç...

“Kim bilir belki bir gün benim ülkem de böyle rengârenk olur” dedi genç...

31 yıl öncesiydi...

***


Önceki gece İstanbul Atatürk Havaalanı’na 50 yaşlarında bir gazeteci indi...

Bagajını alıp, kapıya yöneldi...

Kapının dışında inanılmaz bir kalabalık vardı...

Bu kadar yoğun bir kalabalığı 31 yıl öncesinin Londra akşamından hatırlıyordu 50 yaşındaki gazeteci...

Gri bir renk vardı havaalanında...

Ne farklı bir giyim, ne farklı bir renk, ne egzantrik bir saç modeli, ne değişik bir yaşamı aksettiren farklı bir tarz?..

Hiçbir şey yoktu...

Sıradan birbirine benzeyen insanlar, birbirine benzeyen hayatlar, birbirinin kopyası tarzlar...

Bu kadar yıl sonra havaalanında türbanlı kadınların fazlalaşmış olduğunu gördü...

Önemli değildi onların fazlalaşması...

Önemli olan farklının olmamasıydı...

Demokrasi sadece türbana verilen özgürlüğün adı mıydı?..

Sadece inanca yönelik özgürlüğün adı mıydı?..

Sözgelimi “Horoz kafalı punk”ın özgürlüğü, özgürlük değil miydi?..

Abes gelen, absürd hatta zırva bulduğumuz şeylerin özgürlüğü bireysel özgürlüklerin bir parçası değil miydi?..

***


Mustafa Kemal’in baklava desenli süveterini sevdiğini söyleyenler “türbanlılardaki çoğalmadan” ifrit oluyorlardı...

Türbanlılar ise “türbana özgürlük” talep ediyor, türbanlı dolaşmanın özgürlüğünü tadıyor, ama koskoca havaalanında farklı ne bir renk, ne bir kıyafet, ne bir tarz, ne görsel estetik ürünü bir zevk göze çarpıyordu...

“31 yılda gele gele buraya geldik” dedi...

Pazar günü referandum vardı ülkesinde...

“Türkiye demokratikleşiyor mu, otokratikleşiyor mu?..”

Referandumda bu tartışılıyordu...

Bir “la havle” çekti içinden, babası gibi...

O an çocukları geldi aklına...

On yaşındaydı kızı ve manevi oğlu, bir yaşındaydı minikler...

“Nasıl bir ülkede yaşayacaklar ki acaba” dedi?..

31 yıl önce Londra Havaalanında’yken umutluydu...

Şimdi ise maalesef umutsuz...

***


CANNES’DAKİ TEKNE FUARINDA TÜRK FİRMALAR...

Artık her yerde Türkiye var...

Cannes’da “uluslararası tekne fuarına (boat show’a)” girerken, bakıyorum koskoca bir Türk bayrağı dalgalanıyor...

Dünya tekne fuarında bir sürü Türk teknesi var sergilenen...

Kaç firma temsilcisi beni görüp fuardaki Türk yapımı teknelerini bana gösterdi inanın hatırlamıyorum...

Gez gez bitmek bilmedi...

***


Sadece Türk firmaları olsa iyi...

Alman firmasına gidiyorsunuz, tekne Alman ama “Antalya’da yapıldı” diyorlar...

Türkiye’de işçilik ucuz, know-how iyi ve işler iyice ilerlemiş...

Bir başka Türk’ü görüyorum o da “Hollanda’nın en iyi tersanelerinden birini satın almış...”

Türk ama Hollanda’da üretiyor...

Avrupa’da kriz var...

Tekne fiyatları epey düşmüş...

Pazarlıklar gırla gidiyor...

İtalyan Ferreti’nin ünlü markası Riva ile Azimut teknelerinde bile hatırı sayılır indirimler yapılıyor...

***


Dünya yatçılığında Türklerin geldiği nokta ise gerçekten gurur verici...

Fuarda bu kadar çok Türk teknesi, firması ve üreticisini görünce kendimi bir ara Türkiye’de sandım...

Fuardan çıktım...

İnanılmaz bir güneş denizi pırıl pırıl yapmıştı...

Biraz denize girdim...

Hemen yanıbaşında kumsalın üzerindeki Fransızların ünlü plaj restoranlarından birinin masasına oturdum...

Ton balıklı bir nisvoise salatası söyledim...

Ançüezi kıvamında muhteşem bir tadı vardı salatanın...

Fransızların esasen kıtır tarafı fazla, içi olmayan ekmekleriyle salatamı yedim...

Denizi seyrettim, güneşe yüzümü verdim...

Akdeniz uçsuz bucaksız önümde uzanıyordu...

Kumsal vücudumdaki elektriği alıyordu...

Yazdan kalma bir Eylül güneşiydi içimi ısıtan...

Eylül, deniz ve güneş...

Güney Fransa’daki son saatlerimdi...

Veda ederken Fransa’ya, Türk bayrağı hâlâ dalgalanıyordu fuarın önündeki gönderde...

DİĞER YENİ YAZILAR