Yaşam sanatı

16 Haziran 2018

İnsanın, yaşama sanatında başarılı olması için değerleri gerçek anlamıyla tanıyıp uygulaması gerekiyor. Değer merkezli olduğumuzda, dış koşullar ve olaylar ne olursa olsun, hayatımızın temelinde değişmeyen doğru ilkeler vardır. Kararlarımızı ilkeler tarafından eğitilmiş vicdanımıza dayandırarak, en iyi seçeneği, bilinçli bir biçimde belirleriz. Yaşamın bütün deneyimlerini, öğrenmek ve katkıda bulunmak için ele geçen fırsatlar olarak yorumlarız. Başkalarına hizmet etmeye ve onları güçlendirmeye çalışırız. Eylem yeteneğimiz kendi kaynaklarımızı aşar. Kararlarımızı uygularken edindiğimiz deneyimler bir bütün olarak yaşamımızda nitelik ve anlam kazanır.

İnsanlar bu dünyaya, kendilerine sonsuz bir hayatta kullanmak için verilen duygularını ve yeteneklerini geliştirmek için gelirler. Dünya, ahiret için ürün veren bir tarla veya insanı ebedi hayata hazırlayan bir öğrenim alanıdır. Kur’an-ı Kerim’ in amacı, insanın sahip olduğu güçlerinin bilincine varmasını sağlamaktır. Peygamberler ve bilgeler insanı hep doğalarına, yaradılışlarına yönlendirmeye çalışmışlardır. Mevlana,

“Sende senden başka bir sen gizli”

diyerek bizlere özümüzü hatırlatmaktadır. Bizim için yaşamı sanat haline getiren, dünyada biricik olduğumuzun farkındalığını yaşamamız ve yaşam enerjimizi dış kaynaklardan çok içimizden ve Yaratıcımızdan almamızdır. Hepimizin kendimize özgü bir yolumuz var. Bu yola Kur’an-ı Kerim “sırat el mustakim” yani “dosdoğru yol” diyor. Varoluş amacımızı keşfedip bu amaç doğrultusunda yaşadığımızda içimiz coşkuyla dolar. Zaman kavramımız, geçmiş ve gelecekten çok, şimdiye odaklanır. Andaki huzuru keşfederiz. Bütün çözümlerin potansiyellerinin anda varolduğunu keşfederiz. Kaygı ve korkuların yerini sevgi ve yaşama sevinci almıştır. Hz. Muhammed’in, Allah’ın Selamı Onun Üstüne Olsun, söylediği gibi, iki günümüz birbirine eşit olduğunda zararda olduğumuzun bilincindeyizdir. O zaman Mevlana gibi söyleriz: Her an yeniden doğarız bizden kim usana. Böylece, kendimize ve başkalarına şifa veren, güzellikler üreten bir insan oluruz.

Dünyada her gün birçok olay meydana geliyor. Kimi insanlar başına gelen olaylardan ders çıkarıp yoluna devam edebiliyor. Ama kimi insanlar da hemen pes ediyor. Her olayın kötü yönünü düşünüyor. Yaşamı sanata dönüştürmüş olan bir insan, başına ne gelirse gelsin hedefine ulaşmak için, azimle elinden geleni yapar. Çünkü hedefler önemlidir. Bunu gerçekleştirmek için sabır ve hayata bağlılık da en büyük etkendir. Her insanı mutlaka mutluluğa götüren bir yol, bir fırsat vardır.

İlahi öğretinin evrensel ilkeleri ile öz kültürümüzün değerlerini bütünleştirip hem içsel barışımıza hem de dünya barışına katkıda bulunduğumuz nice bayramlara...

Devamını Oku

Kolaylaştırın zorlaştırmayınız

15 Haziran 2018

İnanmak, insanın doğasında var olan bir değerdir. İnanç ilkelerini bünyesinde barındıran İslam dini, insanlara doğruyu ve yanlışı göstermiş; fakat hiçbir zaman onları inanma konusunda zorlamamıştır. İslam dini, her zaman insanın özgürleşmesine katkıda bulunmuştur. Çünkü dinimiz, insanların barış, huzur ve kardeşlik içinde yaşamalarını ister. Kimsenin kimseye baskı kuramayacağını belirtir ve herkesi eylemlerinde özgür bırakır. Bu durum Kur’an’da şöyle dile getirilmiştir:

“Dinde zorlama yoktur”. (Bakara, 256)

“Gerçek Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin…” (Kehf, 29)

Yaradanımız, insanlara seçme hürriyeti vermiştir. Bu nedenle Hz. Muhammed’e, Allah’ın Selamı Onun Üstüne Olsun, dinde zorlama yapmamasını, sadece gerçekleri hatırlatmasını şöyle bildirmiştir:

“Resule düşen vazife ancak duyurmaktır”. (Maide, 99)

“O halde, hatırlat. Çünkü sen ancak hatırlatıcısın. Onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin”. (Gaşiye, 21-22)

“Eğer Rabb’in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederdi. O halde sen mümin olmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yunus, 99)

Kolaylaştırmak ve müjdeler vermek için insanın içinde sevgi olmalıdır. Eğer sevgiyi tanımıyorsak, hiçbir zaman başkalarını düşünüp ilgilenen, başkalarını incitmemeye çalışan insanlar olamayız.

Devamını Oku

İletişimimizi bayramla besleyelim

14 Haziran 2018

İnsan hayatı, sadece kendi deneyimleriyle değil, evrenle bağ kurmasıyla değer kazanır. Bu bağlamda iletişim hayatın özünü oluşturur.

İletişim, kendimizi rahmete-sevgiye açmak demektir. Bu konuda Yaradanımız Kur’an-ı Kerim’ de bizlere şöyle seslenmektedir: “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…” (Zümer , 53) Yaradanımız Yüce sevgisiyle bizlere ihtiyacımız olan bütün nimetleri sunmaktadır. Bizlere düşen bu nimetleri en güzel şekilde değerlendirmektir: Bizlere emanet olan evreni, dünyamızı, vatanımızı, ailemizi… korumak. Barış içinde, hep iletişimde olmak. Birbirimizi el üstünde tutmayı, incinmeyip incitmemeyi başarabilmek.

Bu değil midir Rabbimizin bizden istediği:

“İyilikle kötülük bir olmaz, sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki samimi bir dost gibi oluverir (Fussilet, 34). Bu ifadelerde, yüksek sevgi ve anlayış gücünün insan ilişkilerinde gerçekleştirdiği muhteşem gelişmeye dikkatimiz çekilmektedir. Yüce Yaratıcımız her koşulda iyilikler üretmemizi önermekte ve böyle davrandığımızda düşmanımız olarak düşündüğümüz insanın, gün gelip dostumuz bile olabileceğini söylemektedir.

Çatışmalara girmeden sağlam ilişkiler kurabilmemiz, ilişkilere bakış açımızla ilgilidir. “Ben kazanırım, sen kaybedersin” düşüncesiyle değil; “ikimiz de kazanabiliriz, işbirliği sayesinde, ikimizden birinin galibiyet duygusu yerine, daha faydalı, farklı bir sonuca ulaşabiliriz” şeklinde düşündüğümüz zaman daha mutlu, sağlıklı ilişkiler kurabiliriz.

Hz. Muhammed, Allah’ın Selamı Onun Üstüne Olsun, bizlere şöyle seslenmektedir:

“Bir kişinin kardeşini üç günden fazla terk edip, küs durması helal değildir. İki Müslüman karşılaşırlar, biri bir tarafa, diğeri öbür tarafa döner. Halbuki bu iki müminin hayırlısı önce selam vermeye başlayandır”(Buhari, Edeb, 62). Durum her ne kadar olumsuz gibi görünse de iletişimin devamına yönelik iki taraftan birinin atacağı adım, kopmuş olan iletişim bağını tekrar canlandırabilecektir. İnsanlarla gerçek iletişim onların özlerini ortaya çıkarmaya, insanlıklarını güçlendirmeye yönelik eylemleri içerir.

Özümüzdeki güçle; bu farkındalıkla yaşadığımızda, aynı zamanda Yaratıcımızla da iletişim içinde oluruz. “Allah ol der, hemen oluverir” ayetinin bilinciyle bakarız hayata. Yaratıcımızın bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna inanarak yaşarız. Hiçbirimiz yalnız değiliz. Hepimizin bir sahibimiz, Yaratıcısımız var. Yunus Emre bunu şöyle ifade ediyor: Ballar balını buldum kovanım yağma olsun.

Devamını Oku

'Mutluluk yapabileceğimizin en iyisini yapmaktır. Acaba yapabileceğimizin en iyisi nedir?'

13 Haziran 2018

Bugün Arefe. Ramazanın bize açtığı yolla, kazandırdıklarıyla varoluşumuzu bilme ve gerçekleştirme niyetini yaşadığımız bir gün. A R F kelimesi Kur’an’da tanımak, bilmek, iyilik, güzel söz, bildirmek, tanışmak, farkına varmak, iyi geçinmek, gibi anlamlarda kullanılmıştır. Yüce Yaratıcımız insanı en şerefli bir varlık olarak yaratmış ve onu diğer varlıklardan ayıran en önemli özellik olan aklı ve ilmi vermiştir. Ariflik bu iki özelliği ; aklı ve ilmi birlikte yaşayan insana özgü bir değerdir.

En yüce değerler insan yaradılışında vardır ve bu değerler keşfedilebilebilir. Sağlıklı ve kendini gerçekleştirmiş insanı tanımlayarak yola çıkarsak, insanın problemlerle baş edebilmesine yardımcı olabiliriz, cesaret verebiliriz, çünkü içindeki gücü ona hatırlatabiliriz.

İnsanın sınırları nedir?

Bir insanın ne kadar hızlı koşabildiğini bilmek, ya da kendi koşma yeteneğimizi geliştirmek için, ortalama bir koşucuyu değil, olağanüstü koşucuları, şampiyonları gözleriz. Çünkü ancak bu insanlar, daha hızlı koşabilme konusunda, insanın potansiyeli hakkında, bize fikir verebilir. İnsanın doğal eğilimleri hakkında daha çok bilgi sahibi oldukça nasıl iyi, mutlu, üretken olacağını; özsaygısını nasıl geliştirebileceğini ve yeteneklerini nasıl en iyi şekilde kullanabileceğini söylemek de kolaylaşacaktır. Düşünürümüz Mevlana varoluşumuzu, potansiyelimizi şu ifadelerle hatırlatır bize:

“Yücelerdeniz, yücelere gidiyoruz biz; denizdeniz, denize gidiyoruz biz. Biz oradan da değiliz, buradan da; mekansızlık alemindeniz, mekansızlığa gidiyoruz biz.”

İnsan öyle bir yapıdır ki sürekli olarak varlığın daha çok tamamlanmasına yönelir. Bu, genel olarak anlaşıldığı şekli ile, değerlere, dinginlik, incelik, yüreklilik, dürüstlük, sevgi, bencil olmama ve iyi olmaya yönelik bir tutumdur.

Kendimizi geliştirdiğimizde hangi değerlere eğilim gösterdiğimiz, hangi değerlerin peşinde koştuğumuz ve sağlığımızı yitirdiğimizde hangi değerleri yitirdiğimizi keşfedebiliriz: Kendini tanıma, mutluluğun ilk yasasıdır. Kendini tanıma, düşünce ile eylemin bir araya getirilmesidir. Kendi iç hazinelerini bilen insan, korkularından kurtulup, hayatını korkuların yönetmesine izin vermeyecektir. Böylece kendisinin yapısını, fonksiyonlarını ve işleyiş kanunlarını öğrenerek bolluk ve mutluluk içinde hayatını sürdürebilecektir. Bu mutluluğun sonsuzluğa yansıması dileğiyle Asr suresine aklımızı ve gönlümüzü açalım:

“Zamana and olsun ki insanoğlu kayıp içindedir- Ömrümüzden dakikalar akıp gider-. Ancak inananlar ve iyi işler yapanlar ve birbirlerine gerçeği ve sabretmeyi önerenler kaybetmezler, hem bu dünyayı hem de sonsuzluğu kazanırlar.

Devamını Oku

…Sakın umutsuzluğa düşenlerden olma!

12 Haziran 2018

Umutlarının gerçekleşeceğine güvenmeyi, buna inanmayı öğrenenler, inandıkları şeyi kendi dünyalarında gerçeğe dönüştürecek şekilde davranırlar

Günümüzde, bireysellik ve kişisel menfaat üzerinde daha çok durulmakta, bize hayatımızın amacının mutluluk (ya da teolojik bir deyimle, kurtuluş) değil, görevimizi yerine getirmek ya da başarı kazanmak olduğu öğretilmektedir. Madde, saygınlık ve güç kazanma isteği, hem bizi bir şeyler yapmaya götüren bir kuvvet -bir itici güç- hem de hayatımızın amacı olmuştur.

Böyle bir ortamda, psikoloji biliminin verileriyle, manevi değerleri bütünleştiren din psikolojisi bilimine önemli görevler düşmektedir. Değerlerden yoksun olmaktan kaynaklanan değer sayrılıklarına, ilkesizlik-yasasızlık, duyarsızlık-ilgisizlik, ümitsizlik, aşırı kuşkuculuk gibi çeşitli adlar verilmektedir ve bu bedensel bir rahatsızlığa da dönüşebilmektedir. Bu hastalığın çözümü ise çok açık; inanabileceğimiz, ‘inanılması ve sadık olunması’ öğütlendiği için değil, doğru olduğu için inanabileceğimiz ve kendimizi adayabileceğimiz, geçerliği olan, gerçek bir değerler dizgesine gereksinim duyuyoruz. Deneysel temellere dayanan böylesi bir dünya görüşü, en azından kuramsal açıdan, artık gerçek bir olasılık olarak karşımızda duruyor. İnançsız bir hayat, yaşamın kendi zenginliklerinden kopuk ve yalıtılmış, donuk, çorak bir kayıtsızlık alemine dönüşebilir. Ancak, Aristo’ nun tespit ettiği gibi, makbul olan ‘uygun’ duygudur, yani koşullarla orantılı biçimde hissedebilmektir. Duygular fazlasıyla bastırıldığında donukluk ve uzaklık yaratır; kontrolden çıktığında, aşırı ve ısrarlı, patolojik bir hale gelir. Kişiyi felç eden baskın kaygılanmada, öfkeye dönüşen kızgınlıkta olan da budur.

Umutlu kişilerin kendilerini motive edebilme, hedefe ulaşmaya yeterli becerilere sahip olduklarını hissetme, köşeye sıkıştıklarında kendilerini daha iyi günlerin geleceği düşüncesiyle yatıştırabilme, hedeflerine ulaşmak için değişik yollar bulma esnekliğini gösterebilme, olumsuzluğu gördüklerinde hedef değiştirebilme ve zor bir işi baş edilebilir küçük parçalara bölebilme gibi ortak özellikleri bulunur.

V. Havel’ in sözüne kulak verelim.

“Ümit ne iyimserliktir ne de bir sonucun iyi olacağına dair güvendir. Sonuç ne olursa olsun, olan her şeyin bir anlamı olduğuna inanmaktır.”

İnanç, hem olaylara anlam vererek algılayışımızda ve olayları açıklayışımızda oldukça etkilidir hem de bireylere gelecekle ilgili umutlu olmada yardımcı olarak psikolojik sağlığına pozitif katkı sağlar. Kur’an-ı Kerim’ de Yüce Rabbimiz umudumu besleyen ayetlerle seslenir bize:

“ Onlar İbrahim’e: ‘Biz sana Hakk’a dayanarak müjde veriyoruz; o halde sakın, umutsuzluğa düşenlerden olma!’ diyerek karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine O da: ‘ Rabbinin rahmetinden dalalette olanlardan başka kim umut keser ki?’ demişti”.(Hicr, 55-56)

SARIKIZ SULTAN
Sarıkız Sultan’ın kocasından görmüş olduğu eziyetlerden dolayı ermiş bir kadın olduğu tüm Afyonkarahisar halkı tarafından söylenir. Rivayetlere göre, Sarıkız Sultan’ın kocası Bekri, her gün içer içer evine yakın yerde yıkılır, kalır. Sarıkız Sultan, ona sabreder ve hergün sızdığı yerden gider alır. Yıkar ve yatırır. Hac zamanı gelince Sarıkız Sultan da gitmek ister ama imkanı yoktur. Hacca gidebilmek için Allah dua eder ve yalvarır. Eşinin her çilesini isyan etmeden çektiği için Allah bu isteğini geri çevirmez. Sarıkız Sultan, bir gecede göz açıp kapayana kadar Kabe’ye gider. Tavafını yapar, hacı olur ve döner.
Komşu tavafta görür... Bir diğer rivayette ise, Sarıkız Sultan’ın mahallesinde hac zamanı gücü yeten herkes hacca gider. Eskiden haca develerle, atlarla veya yürüyerek gidildiğinden uzun zamanda ve kafilelerle gidilirdi. Hacca gitmeye de herkesin gücü yetmez. Sarıkız Sultan’ın mahallesinde hacca giden bir komşusu orada tavaf ederken Sarıkız Sultan’ı görür. Sarıkız Sultan’ın durumunun iyi olmadığını bilir. Sarıkız Sultan’ın ermiş olduğunu anlayan komşu, memleketine döndüğünde ‘Ben Sarıkız’ı hacda tavaf ederken gördüm’ diye herkese anlatır. Mağarada kaybolma Bunu duyan halk akın akın Sarıkız Sultan’ın evine gider. ‘Aç kapıyı senin yüzünü göreceğiz’ diyerek kapısına dayanır. Allah tarafından kendisine verilen keramet öğrenildiği için korkan Sarıkız Sultan kapıyı açmaz. Gece sessiz sedasız gidip tepedeki mağaraya sığınır. O mağaradan da Sarıkız Sultan’ın çıktığını kimse görmez. Zamanla oraya türbe gibi yatır yapılır.

Böyle bir ortamda, psikoloji biliminin verileriyle, manevi değerleri bütünleştiren din psikolojisi bilimine önemli görevler düşmektedir. Değerlerden yoksun olmaktan kaynaklanan değer sayrılıklarına, ilkesizlik-yasasızlık, duyarsızlık-ilgisizlik, ümitsizlik, aşırı kuşkuculuk gibi çeşitli adlar verilmektedir ve bu bedensel bir rahatsızlığa da dönüşebilmektedir. Bu hastalığın çözümü ise çok açık; inanabileceğimiz, ‘inanılması ve sadık olunması’ öğütlendiği için değil, doğru olduğu için inanabileceğimiz ve kendimizi adayabileceğimiz, geçerliği olan, gerçek bir değerler dizgesine gereksinim duyuyoruz. Deneysel temellere dayanan böylesi bir dünya görüşü, en azından kuramsal açıdan, artık gerçek bir olasılık olarak karşımızda duruyor. İnançsız bir hayat, yaşamın kendi zenginliklerinden kopuk ve yalıtılmış, donuk, çorak bir kayıtsızlık alemine dönüşebilir. Ancak, Aristo’ nun tespit ettiği gibi, makbul olan ‘uygun’ duygudur, yani koşullarla orantılı biçimde hissedebilmektir. Duygular fazlasıyla bastırıldığında donukluk ve uzaklık yaratır; kontrolden çıktığında, aşırı ve ısrarlı, patolojik bir hale gelir. Kişiyi felç eden baskın kaygılanmada, öfkeye dönüşen kızgınlıkta olan da budur.

Umutlu kişilerin kendilerini motive edebilme, hedefe ulaşmaya yeterli becerilere sahip olduklarını hissetme, köşeye sıkıştıklarında kendilerini daha iyi günlerin geleceği düşüncesiyle yatıştırabilme, hedeflerine ulaşmak için değişik yollar bulma esnekliğini gösterebilme, olumsuzluğu gördüklerinde hedef değiştirebilme ve zor bir işi baş edilebilir küçük parçalara bölebilme gibi ortak özellikleri bulunur.

V. Havel’ in sözüne kulak verelim.

“Ümit ne iyimserliktir ne de bir sonucun iyi olacağına dair güvendir. Sonuç ne olursa olsun, olan her şeyin bir anlamı olduğuna inanmaktır.”

İnanç, hem olaylara anlam vererek algılayışımızda ve olayları açıklayışımızda oldukça etkilidir hem de bireylere gelecekle ilgili umutlu olmada yardımcı olarak psikolojik sağlığına pozitif katkı sağlar. Kur’an-ı Kerim’ de Yüce Rabbimiz umudumu besleyen ayetlerle seslenir bize:

Devamını Oku

Evlilikte mutlu omanın üç ilkesi

12 Haziran 2018

“Rabbimiz eşimiz ve neslimizden bize göz nuru armağan et. Onların ışığı gözümüzü ve gönlümüzü aydınlatsın. Ve bizi takva sahiplerine önder kıl” (Furkan,74)

Bergama’da Psikodrama Kongresinde “evlilikte çift olma” kavramıyla karşılaştım. Çift olmanın psikolojik açıdan sağlıklı insanların gerçekleştirebileceği bir yaşantı olduğunu ve çift olmayı başaranlarda boşanmalara daha az rastlandığını öğrendim. Çoğu kez bilimin, Kur’an’daki bazı kavramları daha iyi anlamamızı sağladığına tanık olmuştum. Bu durum bir kez daha gerçekleşti. Ankara’ya döndüğümde yüksek lisans öğrencilerimle bu bilgiyi paylaştım ve Kur’an’da “çift olma” kavramını incelemeye karar verdik. Kur’an’da eş olarak tercüme edilen “zevc” kelimesi aynı zamanda “çift”, evlenme olarak tercüme “zevac” kelimesi de “çift olma” anlamına gelmektedir. Öğrencim Fatıma Zeynep Belen konuyu yüksek lisans tezi olarak çalıştı.

ÇİFT OLMANIN 3 İLKESİ: HUZUR, KARŞILIKLI SEVGİ, ŞEFKAT

Araştırmamızda Kur’an-ı Kerim de evlilikte çift olmanın Rum suresi 21. ayette açıklandığını gördük.

Kendilerinde sükûnet bulup, huzura eresiniz diye, kendi cinsinizden eşler yaratıp, aranızda karşılıklı sevgi ve şefkat oluşturması da, O’nun varlığının, kudretinin delillerindendir. Bunlarda gelişmeye devam eden, tefekkür-düşünme ağına sahip, faydalı sonuçlar elde edebilen toplumlar için, Allah’ın kudretini, kurduğu düzeni gösteren deliller, birçok dinî ve sosyal konunun çözümüne işaretler vardır.

HUZUR: En temel özelliği süreklilik içermesidir. Yaşanan ama kelimelere zor dökülen bir değerdir. Huzur mutluluğu korur.

SEVGİ: Kişinin bütünlüğünü bireyselliğini yitirmeden birleşmesidir. Kişiyi diğer insanlardan ayıran duvarları yıkan onu diğer insanlarla birleştiren bir güçtür. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişiliktir.

ŞEFKAT: Merhamet kelimesi genellikle acımak olarak tercüme edilmektedir. Acımak kaliteli bir duygu değildir. Kibir içermektedir. Acıyarak yaptığımız davranışlarda dengeyi yitirebiliriz. Merhametten maraz doğar. Şefkat ise karşımızdakini olduğu gibi kabul ederek, içindeki gücün farkındalığıyla yaşadığı deneyimlerde yanında olmak, kucaklamak, sarmak demektir.

Devamını Oku

Sevgi yaptığımız bir şey değil olduğumuz bir şeydir

10 Haziran 2018

En saf şekliyle sevgi, yani koşulsuz sevgi, sonsuz bağışlama ve dualarımıza cevap verme yönüyle Yüce Yaradan’ın niteliğidir.

Yüreğimiz güzelliği, şefkati, bağışlamayı ve sevgiyi ifade etmek üzere yaratılmıştır. Sevgi bizim yaptığımız bir şey değil, olduğumuz bir şeydir. Sevgi insanın özüdür varlığımızın ta kendisidir, her şey sevgiden yaratılmıştır.

Özümüzden doğan sevgimiz, hayata anlam ve amaç katar. Sevginin zıddı, korkudur. Sevgi kapsayıcı, kucaklayıcıdır. Diğer canlılara uzanır. Korku ise dışlayıcıdır. Katılımı engeller. Kalbimizi açtıkça, kendimizi ve diğer canlıları kucakladıkça sevgi artar, korku azalır. Sevgi olmazsa, yaşam tüm anlamını yitirir. Kalp durduğunda yaşam biter. Sevginin gücünden uzaklaştığımız andan itibaren sığ, özensiz bir yaşam sürmeye başlarız. İçimizdeki sevgiye güçlü bir şekilde bağlanmadığımız sürece yaşam kaynaklarımız kesilir, kendimize yabancılaşırız. Kalbimizi kapattıkça dünya kusurlu, güvenilmez ve kötü bir yer gibi görünmeye başlar. Egomuz bizi yönettiğinde katı ve dar bir çerçeve içinde yaşarız. Değişimi sevmeyiz. Değişime direnir, olaylara tek yönlü bakarız, hareketlerimiz de katılaşır, sert ve tutuk hale gelir.

Özümüzü hissederek yaşadığımızda, hareketlerimize duyarlılık ve estetik egemen olur. İçinde bulunduğumuz topluma üretimlerimizle katkıda bulunuruz. İnsanları sever ve kendimizin de mükemmel olmadığını biliriz. Bizi bir anlık doyuma ulaştıracak olumsuz bir hareketimizle yıkılacak uzun sürmüş ilişkilerin, aslında çok daha büyük ve değerli olduklarını da biliriz. Bizi zaman zaman incitmiş olan kişileri sevmeyi sürdürürüz. Çünkü, onların insan olarak değerli kişiler olduğunu, kötü davrandıkları kadar iyi davranmaya yetenekleri bulunduğunu da biliriz. Onları, değişme olasılıklarına açık insanlar olarak görürüz. Böyle görünce de, sevgimiz anlayışla gelişir ve artar. Bu yaklaşım Yüce Yaradanın önerdiği bir davranıştır: “Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran, 134) İyi insanların kötü davranmalarına neden olacak koşulları değerlendirmeye çalışmak gerekir. Ancak sevgiyle değerlendirerek, onların da bizler gibi duygulu ve incinmeye hazır, korkuları ve zaafları olduğunu anlayabilir ve bağışlayabiliriz. Sevgiyle anlayış göstermemiz, kişileri kalp ve kafamızla tanımamız, başka türlü gerçekleşmeyecek olan bağışlama duvarlarını aşıp geçmemizi sağlayan gerekli ilk adımlardır

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada iman etmiş olamazsınız” diyorken Peygamberimiz, SEVELİM SEVİLELİM.

Devamını Oku

Yaratan Rabbin adıyla okumak

9 Haziran 2018

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir” (Alak, 1-5)

610 yılı Ramazan ayının Kadir gecesinde Hz. Muhammed Hira’ da düşünmeye daldığı sırada Cebrail Ona OKU dedi. “Yaratan Rabbinin adıyla oku”. Ve Kadir suresinde bu başlangıcın bin geceden hayırlı olduğu bildirildi.

Kur’an-ı Kerim’in ilk inen ayetlerin, ilk vahyin “oku” emri ile başlaması ilmin insan hayatındaki önemini vurgulamaktadır. İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli özellik, düşünebilme, okuma ve yazma eylemleri olarak ifade edilebilir. Kişi bu eylemler ile var oluşunu anlamlandırır. Duygularını ifade eder. Kavramlar arasında ilişkiler kurarak yeni şeyler öğrenir. İnsanın kendini tanıması, geliştirmesi de okumanın başka bir boyutudur. Yunus Emre “İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/ Bu nice okumaktır”diyor.

Okumanın diğer boyutu, Allah’ın yarattığı doğayı, insanları ve hayvanları tanımak, keşfetmek ve sevgi enerjisi ile kuşatmaktır.

Kur’an-ı Kerim’in, yaratılanlar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun okuma, öğrenme… ilim özelliği ile ifade etmesi oldukça anlamlıdır.

Peki neyi nasıl okumalıyız? Bu ayette okuma eylemi ile kastedilen nedir? Kur’an-ı Kerim’i anlayarak okumak üzerinde düşünmek bu sorunun cevaplarından biridir. Ramazan ayındaki mukabele geleneği de bunun en güzel örneklerinden biridir.

Nasıl bir bilim?

Yaratan Rabbin Adıyla Okuduğumuzda; ürettiğimiz ilim barışa hizmet eder.

Devamını Oku