Lights Out (Işıklar Sönünce) ile ilk olarak 2013 yılında tanıştık. 2 dakika 40 saniyelik kısa korku filmi, korku severleri mutlu ederken sevmeyenlerin de bu türe ısınmasını sağladı desek yanlış olmaz. Gece yatmaya hazırlanan bir kadının ışıkları söndürdükten sonra yaşadıklarını anlatan film, 2014 yılında Fright Meter Ödülleri’nde ‘En iyi kısa korku filmi’ ödülünü aldı. Bu başarı üzerine filmin hem senaryosunu yazan hem de yöneten David F. Sandberg, filmi uzun metraj olarak çekmeye karar verdi.
Ve beklenen an geldi! 8 Haziran’da Los Angeles Film Festivali’nde prömiyerini yapan Işıklar Sönünce, 81 dakikalık uzun metraj bir yapım olarak bugün vizyona girdi. Ancak Sandberg bu sefer senaryoyu Eric Heisserer’e teslim edip kendisi sadece yönetmenlik koltuğuna oturmayı tercih etti.
Film, senaryosuyla “İşte budur” dedirtmeyi başarıyor. İlk eşi ortadan kaybolduktan sonra ikinci eşini cinayete kurban veren Sophie (Maria Bello), oğlu Martin (Gabriel Bateman) ile yaşıyor. İlk eşinden olan kızı Rebecca (Teresa Palmer) küçük yaşlarda annesinin Diana adında hayali bir arkadaşı olduğunu fark edince evi terk edip kendine hayat kuruyor. O saatten sonra annesiyle görüşmeyen Rebecca, birgün kardeşinin okulundan aranınca Martin’i almaya geliyor. Uykusuz ve korku içinde olan kardeşi sayesinde annesinin sorunlarının daha da arttığını öğreniyor. Kısa bir araştırmadan sonra ise Diana’nın gerçekte var olduğunu... Yıllarca babası tarafından bir kuyuda tutulan Diana’nın deri hastalığı ve psikolojik sorunları nedeniyle hastaneye yattığını, daha sonra burada annesiyle tanıştığını ve elektrik tedavisinde öldüğünü...
Hayattayken de ışığa çıkamayan Diana, öldükten sonra Sophie ile bağlantı kurarak sadece karanlıkta var olabiliyor. İlk başlarda Sophie’ye çocuklarına zarar vermeme sözü veren Diana, daha sonra çocukların kendisini yok etmeye çalıştığını fark edince onları öldürmeye çalışıyor.
Empati mümkün
Korku filmlerinde artık korkmamızdan daha çok midemizi bulandırmayı sağlayan kapı gıcırtıları, küçük kızlar, canavar kostümleri gibi klişeler yok. Bir kere en başta salaklık yapan ve “Sen şimdi oraya neden gidiyorsun be adam/kadın?” dedirten kimse yok. Her ne kadar ışıklar söndüğünde ortaya çıkan bir hayaletimiz olsa da bunun alt zemini bilimsel bir konuyla doldurulmaya çalışılmış.
Filmdeki herkesle empati yapmak mümkün. Diana ile de... Kötü bir çocukluk geçiren, hastalıklarla boğuşan ve zorla bağlandığı elektrikli sandalyede yanan Diana, Sophie ile kurduğu dostluk için her şeyi göze alabiliyor. Karakterler çok iyi anlatılıyor.
Diyaloglar kısa ve net. Üzerinizdekileri parçalamanıza neden olacak boş boş cümleler duymuyorsunuz. Filmin neredeyse her sahnesinde yer alan ve olayı çözmeye uğraşan güzel yıldız Teresa Palmer’ın kararlı duruşu, kardeşini canlandıran ve annesini her koşulda yalnız bırakmayan Martin’i canlandıran Gabriel Bateman’ın yaşından büyük destekleyici hareketleri oyunculuk açısından doyurucu bir etki yaratıyor.