Gazete Vatan Logo

Osmanlı'da Amerikan rüyası!

Gazeteci Bülent Günal’ın ilk romanı ‘Harputlu Hasan: Osmanlı’da Amerika Rüyası’çıktı.

Romanda 100 yıl önce Anadolu’dan Amerika’ya göç eden 50 bin Osmanlı vatandaşının hikayesi anlatılıyor. Bülent Günal, romanın ilham kaynağının 2002’de Yeditepe Üniversitesi’nin başlattığı ‘Amerika’daki İlk Türkler’ projesi olduğunu söyledi. Koordinatörlüğünü kültür uzmanı Sedat İşçi’yle birlikte ABD’li profesör John Grabowsky’nin yürüttüğü proje bir haberci olarak Bülent Günal’ın birbirinden ilginç portrelerle karşılamasını, 100 yıl önce Anadolu’dan Amerika’ya göç eden binlerce insanın varlığından haberdar olmasını sağlamış. ‘’Deniz görmeden okyanus aşan insanların şaşırtıcı hikayesini gazeteci olarak iki türlü ele alabilirdim. Ya bir belgesel hazırlayacaktım ya da kitabını yazacaktım. Ben ikincisini tercih ettim" diyor Bülent Günal.

-Harputlu Hasan bir roman. Altbaşlığı, Osmanlı'da Amerika Rüyası. Nereden geldi bu fikir?

Aslında bu fikir, mesleğimle, yani gazetecilikle doğrudan ilintili. 2002 yılında Yeditepe Üniversitesi, Amerika'daki İlk Türkler adında bir proje başlatmıştı. Proje ilginçti, çünkü tarihimizle ilgili bir döneme ışık tutuyordu. Projenin koordinatörlüğünü kültür uzmanı Sedat İşçi'yle birlikte ABD'li profesör John Grabowsky yürütüyordu. Onlarla konuştukça birbirinden ilginç insan hikayeleriyle karşılaştım. Meğer, çok değil, bundan 100 yıl önce bu topraklardan Amerika'ya göç eden, hayatlarında deniz görmeden okyanus aşan binlerce insan olmuş. Başlı başına büyük bir macera. Bu göç hikayesini gazeteci olarak iki türlü ele alabilirdim. Ya bir belgesel hazırlayacaktım ya da kitabını yazacaktım. Ben ikincisini tercih ettim.

-Anadolu'da Amerikan rüyası görülmüş müydü gerçekten ve bunun sonucunda neler olmuştu?

Evet, Anadolu'da da Amerikan rüyası görüldü. Hem de çok pembe bir rüyaydı bu. 1800'lü yılların sonuyla 1900'lü yılların başında 50 bine yakın müslüman Türk, Kürt Amerika'ya göç etti. Aslında işin özü şuydu. Sanayi devrimin gerçekleştiren Amerika'ya dünyanın birçıok yerinden göçler yaşanıyordu. İtalya'dan, İspanya'dan, Uzak Doğu'dan... Çünkü insan gücüne ihtiyaç vardı. Amerika'ya gelenler fabrikalarda çalışmaya başlıyordu. Amerika'lı misyonerlerin yolu bu kez Anadolu'ya özellikle de Harput'a düştü.

-Evet, neden özellikle Harput?

Çünkü Harput'ta daha o tarihlerde Amerikan Koleji var, Fransız Koleji var. Yani özel bir yer Harput. Amerikalı misyonerler, selvi bahçelerinde, çınar altlarında, köy kahvehanelerinde başlıyorlar Amerika'yı anlatmaya. Ama kime? Harputlu Ermeniler'e. Onların amacı Ermeniler'i Amerika'ya götürmek. Ama elbette misyonerler, Osmanlı Ermenileri'ne Amerika'yı anlatırken, onları yanı başında dinleyen müslümanlarda da ilk Amerikan rüyaları görülmeye başlıyordu. Misyonerler, Balkan Harbi'nden çıkmış, büyük bir dünya savaşının arifesindeki, kıtlık, yoksulluk çeken halka pembe bir tablo ve yeni bir dünya vaadediyorlardı. 'Gemilere atladığınız gibi Amerika'ya gideceksiniz, otomobil fabrikalarında çalışacaksınız, hayal edemeyeceğiniz kadar para kazanacaksınız' diyorlardı. Ermeni gider de kapı komşusu Kürt Mehmet, Türk Ahmet durur mu? Durmaz. Bu göç dalgası da zaten böyle başlıyor. Bir çoğu baba ocaklarına kilit vuruyor, nesi var nesi yoksa satıyor, düşüyor yollara. Kiminin yanında sadece kese kağıdının içinde taşıdığı bir don var.

-Ve senin romanın da tam böyle bir hikayeyi anlatıyor.

Evet. Harputlu Hasan, bundan tam yüz yıl öncesinde, 1914'te geçiyor. Aylardan Mayıs. Üç kahramanımız var. Hasan, Hamit ve Kişmo. 14 yaşlarında üç delikanlı. Kabuklarına sığmıyorlar, çiftçi olmak, tarla sürmek onların hayallerine dar geliyor. Ve Amerikan rüyasını onlar da görüyor. Ancak Hasan'la Hamit'in ailesi bu gidişe onay vermiyor. Hasan'ın anası Safiye Hanım, 'İstemem öyle gurbet parası' diyor, 'Oradaki adamlar çok iriymiş' diyerek oğlunun gözünü korkutmaya çalışıyor. Hamit'in babası Sarı Memet, oğlu ne zaman Amerika dese ağzına vuruyor, 'Alma o meymenetsiz ülkenin adını ağzına' diye. Ama tüm bu engellemelere rağmen Hasan, Hamit ve Kişmo bohçalarını sırtlarına vurup, bir şafak vakti sessiz sedasız Harput'tan ayrılıyorlar.

-Ve yol hikayesi başlıyor..

Başlıyor. Zaten anlatmaya çalıştığım yol hikayesinde, dekor 100 yıl öncesinin Anadolusu. Zorluklar içindeki bir halk var. Dağları eşkıyalar tutmuş olsa da, her türlü olumsuzlara rağmen insanlıklarını yitirmeyen, Tanrı misafirine kapısını sonuna kadar açan bir halk bu. En zengininin evinde tarhana çorbası da pişse onu misafiriyle paylaşıyorlar. Ve Harput'tan yola çıktıktan sonra Hasan, Hamit ve Kişmo'nun önlerinde tepilecek yollar, aşılacak dağlar var. Ve çok görülecek yerler. Kimi gün bir ağaç dibinde uyuyorlar, kimi gün yolları bir manastıra düşüyor. Yol boyunca bir çok insana dokunuyorlar, onların hikayelerini dinliyorlar. Zaten bu arada farkında olmadan hayatı da öğrenmeye başlıyorlar.

-Yazdığın roman, Harputlu Hasan, gerçek tarihin izinde yazılmış bir kurgu o zaman... Yani senin deyiminle dekor gerçek..

Aynen öyle. Bu hikaye benim hayal dünyamla yoğrulmuş gerçeğe yakın bir hikaye. Bu topraklardan 100 yıl önce Hasan'lar Hamitler, Kişmo'lar Amerika'ya göç etti. Aynı bu şekilde. Hayallerinin peşinde koştular. Ama belki adları Hasan değildi, ama böyle göç hikayeleri yaşandı.

-Romanın belli bir noktasından sonra birden kendimizi İstanbul'da, Bab-ıali'deki Hariciye Nezareti'nde, yani Dışişleri Bakanlığı'nda buluyoruz.

Çünkü bu göçün dönemin hükümeti İttihat ve Terakki'de de önemli yansımaları oluyor. Üç Harputlu İstanbul'a varmak için yol alırken, biz Hasan Paşa Karakolu Serkomiseri Zeki Bey'le tanışıyoruz. Said Halim Paşa Hükümeti kendisine Amerika'ya göçle ilgili önemli bir görev veriyor. Burada şöyle bir parantez açayım. Osmanlı Hükümeti, Amerika'yla birçok anlaşmalar yapıyor. Çoğu da ticaretle ilgili. Ama çoğu Ermeni binlerce Osmanlı vatandaşının Karaköy Limanı'nda bekleyen gemilere binip Amerika'ya gitmesi İttihat ve Terakkiyi rahatsız ediyor. Okuduğum tezlerde de bu rahatsızlığı görüyorum. Amerika'yla görüşmeler yapılıyor, bu göçe bir çeki düzen verelim diye ama açıkçası Amerika, Osmanlı'nın bu talebini pek umarsamıyor.

-Bu göçten Osmanlı Hükümeti neden rahatsız?

Birkaç nedeni var. Hükümet yetkilileri diyor ki, 'Osmanlı vatandaşıyken Amerika'ya gidip, cebine Amerikan pasaportunu koyan bazı Ermeniler tekrar ülkemize geliyor ve bazı olaylara karışıyorlar. Ama Amerikan pasaportu taşıdıkları için bir yerden sonra elimiz kolumuz bağlı kalıyor. Ayrıca kıta Avrupası'na, Amerika'ya giden Ermeniler, bazı derneklerin çatısı altında birleşiyor ve Osmanlı aleyhine kampanyalar başlatıyor. Avrupa ve Amerika'dan Osmanlı'ya yönelik kamuoyu baskıları başlıyor. Osmanlı hükümeti bu baskılardan da rahatsız. Ve bu gidişlere bir çeki düzen vermek istiyor. Kanun çıkartıyor, diyor ki, 16 yaşında küçükler yanlarında aileleri olmadan gidemez. Giden Ermeniler de nesi var nesi yoksa satıp bu toprakları öyle terketsin.'

-Hikaye giderek başka bir hal alıyor...

Böyle bir ortamda Amerika'ya gitmek isyenelere sahte bilet satan, sahte pasaportlar hazırlayanlar türüyor. Ve romanda tam da bu noktada Hasan Paşa Karakolu serkomiseri Zeki Bey devreye giriyor. Hükümet, Zeki Bey'den hem sahte bilet ve pasaport basanları, hem de Ermeniler'i Amerika'ya götürüp Osmanlı aleyhine kamuoyu oluşturanları bulmasını istiyor. Diğer bir deyişle bu çeteyi çökertmesini. Gizli bir görev bu. Zeki Bey de çete olarak adlandırdığı kişilerin içine Heyet-i İstahbariye'den gizli polis Kemal'i görevlendiriyor. Bir taraftan Harputlular'ın İstanbul'a yürüyüşü devam ederken, diğer taraftan İstanbul'da büyük oyunlar dönüyor.

-Bütün bu hikayeleri derleme sürecinden bahseder misin? Onları romanlaştırmanın avantajı neydi? Yazdıklarının ne kadarı belge, ne kadarı hayal ürünü?

Aslında hayalle gerçek iç içe geçmiş durumda. Bu göç hikayesi ile Karaköy'den yolcu taşıyan gemilerin adlarına kadar hepsi gerçek. Yine Osmanlı Hükümeti'nin bu göçlerden duyduğu rahatsızlık. Bunların yanında tüm tarihi gerçekleri roman tadında yazmak, romanın verdiği özgürlük içinde yazmak en büyük avantajdı.

-Ne kadar zamanda yazdın romanı?

Yazımına 6-7 yıl önce başladım. Ama son bir buçuk yıldır yoğun bir şekilde yazıyordum diyebilirim.

-Kitabın final cümlesi devamının geleceğini söylüyor bize. Böyle bir planın var mı?

Var. Aslında bu roman, iki bölümden oluşuyor. Harputlu Hasan'ın kendi içinde bir finali var. Ama asıl anlatmak istediğim Amerika'ya gittikten sonra yaşananlar. Çünkü orada Anadolu'da yaşananlardan çok daha zor ama bir o kadar da ilginç olaylar bekliyor kahramanlarımızı.

-Mesela? Biraz ipucu versen?

İstanbul limanından kalkan gemiler haftalar süren yolculaklardan sonra New York'un hemen birkaç kilometre ötesindeki Ellis Adası'na varıyorlardı. Tabii bu gemi yolculuğu da başlı başına bir olay. Su kıtlığı, kötü yemekler, tifodan, diğer salgın hastalıklardan ölenler... Ve kalanlar Ellis Adası'na varıyor. Ellis Adası'nın diğer adı The Golden Door, altın kapı. Orada Amerikalı yetkililer dünyanın dört bir yanından gelen göçmenleri önce sağlık muayenesinden geçiriyor. Muayeneden geçenler ülkeye kabul ediliyor. Ali'nin adı kayıtlara Allie, Hüseyin'in adı Edward olarak geçebiliyor.

-Ya sağlık muayenesinden geçemeyenler? Amerika burunlarının dibi.

Burunlarının dibi ama kabul edilmeyebiliyorlar. Belgelerden gördüğümüz kadarıyla özellikle uyanık Türkler buna da bir çözüm bulmuş. Amerika'ya kabul edilmeyenler Kanada'ya geçiyor, sadece bir köprü parası ödeyerek Amerika'ya giriş yapıyor.

-Nasıl bir hayat bekliyor onları?

Zor bir hayat. Pembe rüya zaman zaman kabusa dönebiliyor. Araba fabrikalarında çalışmaya başlıyorlar. Barakalarda yaşıyorlar. Yine ulaştığımız belgelere göre özellikle Afro Amerikalılar'la ve İrlandalılar'la daha iyi anlaşıyorlar. Yahudi bakkalından, kasabından alış veriş ediyorlar. Neticede Yahudiler'de de domuz eti haram. Ve 1915 gelip çatıyor.

-Ermeni tehciri?

Evet, Harput'ta kapı komşusu olan Türk ve Ermeniler tehcirden sonra birbirlerine daha çatık kaşlarla bakmaya başlıyorlar. Araları bozuluyor. İlginç bir nokta daha. Anadolu'da milli mücadele yaşanırken Amerika'da Yunanlılar'la Türkler arasında sokak kavgaları yaşanıyor. Gördüğüm kimi Amerikan gazeteleri 'Hasanlarla Yorgolar yine kapıştı' diye başlıklar atmış.

-Türkiye'den uzaklar ama bağlarını koparmamışlar.

Kesinlikle. Hatta Çocuk Esirgeme Kurumu, Amerika'daki Türkler'in aralarında topladığı bağışlarla kuruluyor. Ve Kurtuluş Savaşı sonrası Mustafa Kemal Atatürk genç Türkiye Cumhuriyeti'ni inşa ederken, sanayi toplumuyla tanışmış, yetişmiş insan gücüne ihtiyaç duyuyor. Amerika'daki Türkler'e çağrı yapıyor, ülkenize dönün diye. Hatta bilet paraları bedava diyor. Bu çağrıya kulak veren binlerce kişi oluyor. Ama dönmeyen, gönlünü İtalyan bir kıza kaptırıp orada evlenen, asimile olup Amerika'da kök salanlar da oluyor. Hatta aldığı arazide petrol çıkıp çok zengin olanlar da var. İlk başta söylediğim gibi çok da uzak olmayan tarihimizin bu sayfasında filmlere konu olabilecek bir çok yaşam hikayesi yer alıyor.

Haberin Devamı