Yediğiniz, içtiğiniz sizin olsun, ne yoksula yarar, ne şehide...

Eskilerin bir sözü vardı: “Yediğin, içtiğin senin olsun, gezdiğini, gördüğünü anlat.” Bu öylesine, gelişigüzel söylenmiş bir söz de değildi. Gerçekten kimse kimsenin, yiyip içtiğini, ne harcadığını, ne kazandığını öğrenmek istemezdi. Kimileri belki merak ederdi, belki tahmin ama bu dillendirilmezdi. Soru da sorulmazdı. Aldığını, giydiğini, kazancını duyurmak, bunlarla öğünmek, başkasının böyle özelini sormak, araştırmak da aynı derecede ayıptı.

Okula giderken annem sefertasıma muz koymazdı, arkadaşlarımın çoğu alamadığı için onların canı çekmesin diye. En şık hırkamı, ayakkabımı giyemezdim okula. “İmkânı olamayanlara karşı böbürlenmiş gibi olursun” derdi annem. Pişirdiği yemek, tatlı her ne ise, apartman komşularımızın canı çekeceği gibi bir lezzetse muhakkak küçük tabaklarda her daireye ikram ederdik. Hafta sonu muhakkak balığa çıkardı babacığım. Denizler onun ikinci eviydi. Tuttuğu balıkları muhakkak dağıtırdı komşularımıza.

Vurdumduymaz ülke

İlkokul üçüncü sınıftaki öğretmenime sırf sınıfta herkesin kaç lira kirada oturduğunu sorduğu için isyan etmiş ve bu sebepten hiç sevmemiştim o öğretmenimi. Kapıcı çocuğu olan arkadaşlarımın ezikliğini hâlâ dün gibi hatırlarım. Parmak kaldırıp ayağa kalkıp öğretmenime yaptığı yanlışı gözyaşı içinde ve hiddetle söylemiştim. Sonra bir başka okulda, dördüncü sınıfta, o zaman ailesi aramızda en zengin olan arkadaşım, ismini hiç unutmam; Hayım Kohen’i çok sevmemin en büyük sebebi; oturduğu evi, yaşadıkları hayatı hiç öğünme konusu yapmayan bir çocuk olmasıydı. Aynı şekilde İsmet İnönü’nün torunu Hayri İnönü de öyleydi. Buna mukabil, meşhur çocuk artist bir arkadaşımız okula şoförlü özel arabasıyla gelir, şoförü çantasını sınıfına kadar taşırdı. Bu gayet tabii ki, istediği kadar meşhur olsun, dokuz yaşında bir çocuğun talebi değildi, anne, babasının gösteriş merakıydı. Senelerdir uzaktan uzağa onun da ne kadar sakin, mazbut hayat yaşadığını fark ediyorum. Demek ki gerçekten kendi seçimi değildi, onu diğer arkadaşlarının gözünde zor duruma düşüren o ayrıcalık gösterişi.

Haberin Devamı

Gelelim bugünlere... Sanırım; girişte yazdığım sözden bir anlam çıkarmamış, ailesinden de ‘gösteriş yapmama’ terbiyesini almamış, alamamışlar öyle çoğaldı ki; artık isyan ettiriyor duyarlı insanları. Facebook ve Twitter sayfaları bu duyarsız, aldırmaz ve gösteriş takıntılı gurubun kendilerini, yediklerini, içtiklerini göstermek için daha da iştahını arttırıyor anlaşılan. Hani, küçük kızının minicik elleriyle denediği bir yemek marifetini gururla paylaşmış anneyi anlayabiliyorum da, gittikleri sayfiyelerden, restoranlardan, kulüplerden dolu tabak, pahalı içki şişelerini paylaşanların ne düşündüğünü aklım almıyor.

Haberin Devamı

Yoksulluğun, yoksunluğun büyük bir hızla arttığı, orta halli dediklerimizin bile çoluk çocuğuna et yedirmediği, süt içiremediği, bir çikolatanın hayâl olduğu, çöpten artık toplayanların büyük şehirlerin ana caddelerine dağıldığı ‘Büyük Türkiye’mizde neden imkânlarını, masrafını, yaşayabildiği ayrıcalıklı hayatı başkalarının gözüne sokmak isterler? Bu nasıl bir doyumdur? Nasıl bir tatmindir? “Sende yok, bende var” mı demek isterler? “Varsa var, kime ne faydası var” demezler mi adama?

Haberin Devamı

Açlık bir yanda, dilencilik bir yanda, hak ettiği maaşı verilmeyip ianeyle yaşamaya alıştırılmış ama hâlâ gururunu koruduğuna inanan bir kesim ortada, işsizlik her yerde, yarına ve bir diğerine güvensizlik, gelecek korkuları bulut gibi etrafımızda... dört kişilik aile üç öğün birer simit, birer bardak çayla yetinse asgarî ücretin yetmediği ‘Büyük’ ve de ‘Yeni’ Türkiye’mizde yaşanan bu vurdumduymazlık beni kahrediyor. Zaten ancak bu kadar varlıklı vurdumduymazın olduğu bir ülkede varlıksız ama duyarlı insanlar bu kadar kolay ezilebilir, sistem tarafından, hükümetler tarafından, yöneticiler tarafından...

Gençlerimiz ölüyor

Günlerdir yine acılar yaşanmakta ülkemizde. Masum gençlerin kanı akıyor, askerimiz, polisimiz şehit ediliyor. Cenazeler yolculuk ediyor vatanın bir tarafından bir tarafına. Burnumda kan kokusu, gözlerim kan çanağı okuyorum haberleri. Bakıyorum; kimileri hiç sanki buralarda yaşamıyor, hiç sanki bu ülkeyle, bu canlarla bir bağlantıları yok. Sanki bu ülkenin gençleri değil heba edilen, göçüp giden hayatlarının baharlarında. Facebook’ta yine lezzetli yemeklerle dolu tabaklar resmi geçit yapıyor. Turkuaz denizlerin serin sularında yüzerken çekilmiş olanlar ayrıca özenle paylaşıyor, erkekler pazularını, hanımlar vücut ölçülerini en mütenasip gösterecek şekilde poz vermiş... Kimse beni yanlış anlamasın. Kimseyi hayatını yaşadığı için kınamıyorum, buna hiç kimsenin hakkı yok. Tam aksine hep söylediğim ve yazdığım şey; En bedbin, en moralsiz olduğumuz günlerde hep pozitif düşünmeye, acımıza, kederimize rağmen hayatın güzel yönlerini görüp içimize çekmeye devam etmeliyiz ki, kendimizi korumaya alabilelim, hayatımıza devam edebilmek için güç bulalım.

Haberin Devamı

Hayat devam ediyor. Ama biten kısmının güzel zamanlarında payımıza düşeni aldığımız gibi, acılarında da sorumluluğumuz olduğunu unutmadan, paylaşımlarımızı insanî duyarlılık ve nezaketle sansürlememiz gerektiğine inanıyorum.

Zaman seferberlik zamanıyken, bunun farkında olmayıp yediğinin, içtiğinin, yaşadığı şatafatın keyfine kapılıp da bu paylaşımları yapanlara rica ediyorum: Yediğiniz, içtiğiniz sizde kalsın. Kimi doyurdunuz, kimi okuttunuz, kimin gözyaşına teselli oldunuz, onu da anlatmayın, sizde kalsın. Sevap da gizli olur çünkü. Siz yine gezdiğinizi, gördüğünüzü anlatın... sadece anlatın ama...

DİĞER YENİ YAZILAR