Küllerinden doğan şehir: Pompei

İlk defa dokuz yaşındayken izlediğim bir filmle tanışmıştım kendisiyle. Uzun zaman tesirinden kurtulamamıştım korkunç akıbetinin. O yüzden arkeolog olmak istemiştim; toprağın, dağların göremediğimiz derinliklerinde, denizin karanlık diplerinde keşfedilecek zamanlar, hayatlar bulunduğunu düşünüp bunların keşfinde bir rolüm olabileceğini hayâl ederek. ‘Pompei’nin Son Günleri’ aylarca rüyalarımda tekrarlanıp durmuş, ağlayarak uyandığım çok olmuştu. Son ana kadar ne olduğunu anlayamadan, bilmeden yaşamlarına alıştıkları gibi devam eden ve âdeta uysallık içinde korkunç ölümlerini bekleyen insanların hikâyesi ve koskoca bir medeniyetin sıfırlanması çocuk aklımın düş dünyasını zedeleyecek kadar feciydi.

Küllerinden doğan şehir: Pompei

Kendisini yaşamadan sevmiştim Pompei’yi. Binlerce yıl ardımda kalmış olmasına rağmen, içinde yaşarken hissetmiştim kendimi. Evlerinde yaşamış, avlularındaki havuza dökülen yağmur sesini dinleyerek uyumuş, sokaklarında dolaşmıştım hayâllerimde. Toprağın altından homurtular gelmeye, yer sallanmaya başladığında daha sonra neler olacağını bildiğimden uyarmak istemiştim Pompeilileri. Vezüv Dağı’ndan dumanlar arasında küller dağılırken kaçmaya başlayacaklarını düşünmüştüm. Magmadan gelen zehirli gaz ve sıcak küller şehri kapladığında gemilerine, kayıklara binip kaçacaklarını ummuştum. Ama onlar her olanı tanrılarının gazabına bağladılar. Tanrıların gazabını yatıştırmak için adaklar adadılar, kurbanlar kestiler, sunakları armağanlarla doldurdular ve korkunç sonlarına doğru yaşamaya devam ettiler... Ve şimdi yıllar önce hayâllerimde uyarmaya, talihlerini değiştirmeye gücümün yetmediği insanların şehrinde, onların neredeyse iki bin yıldır lâva, pomza ve kül altında gömüldükleri şehirde dolaşıyorum... M.Ö. 79 Yılında, 24 Ağustos’un öğlen birinin sıcaklığında Vezüv’ün kızgınlığına kurban olan üç şehirden biri Pompei. Diğerleri; Herculaneum ve Oplontis. Tabiat yer tabakanın derinliğinden yükselen hırçınlığıyla bu şehirleri metrelerce kül ve pomza taşıyla kapladığında derinliğe gömülen sadece şehirlerin kendisi değil. Özellikle Pompei’yle birlikte tarihin şehircilik ve sosyal yaşam anlamında bir çok ‘ilk’leri de lâvanın altında gömülü kalmış. Bu üç muhteşem şehrin tekrar ortaya çıkması ise tamamen tesadüf. Pompei 18. asırda bir kanal inşaatı, Herculaneum ise bir işçinin kuyu açma çabaları esnasında ortaya çıkmış. Pompei’nin yeniden gün ışığına çıkarılması aynen şehir yaşarken olduğu gibi, anlamı hakkıyla verilerek, telaşa getirilmeden, özenilerek gerçekleştiriliyor. Pompei de kendisiyle aynı kaderi paylaşmış iki kardeş şehri gibi 1997’den beri Unesco’nun tarihi miras kapsamında. Şehrin tamamının küller altından çıkarılması için daha çok zaman var. Yirmi bin kişinin yaşadığı Pompei’de birbirine geçişi olan ‘TeatroPiccolo’ ve ‘TeatroGrande’, biri iki bin, diğeri beş bin kişilik seyir imkânlarıyla bugünün İstanbul’unu içim acıyarak hatırlatıyor. ‘Pompei’yi örten kül, pomza ve lâva toprağı o kadar zenginleştirmiş ki; yüzyllardır en zengin verimin alındığı bu topraklar, tarihindeki bu korkunç gerçek öğrenildikten sonra bile makbul bir yerleşim yeri olmaya devam etmiş. Lâvanın arasından bulunan fosillerden alınan DNA larla yetiştirilen bir gül cinsi, Pompei’nin tek duvarı restore edilmiş evlerinden birinin dibinde tekrar yaşama geçirilmiş. Limon çiçeği gibi kokan dev boyda bir sarmaşık gülü... Koklarken, hayâlimde üzerime yığılan külleri, ciğerimi yakan zehirli gaz kokusunu, tenimi kavuran lâvı ve ölümü unutuyorum. Şimdi, küllerimden yeniden doğmanın, burun kanatlarımdaki yaşam rayihasını, yüreğime verdiği sevinci ve elim avucunda sevdiceğimin varlığını hissetmenin zenginliğiyle, lâva taşlarının üzerinde yürümeye devam ediyorum.

Haberin Devamı
DİĞER YENİ YAZILAR