Alıp başımı gidiyorum...

Sibirya Ekspresi, Çarlık Rusyası’nın ihtişamıyla dekore edilmiş vagonlarında, klâsik Rus mutfağının harika lezzetleri eşliğinde yapılan bir serüven. 16 günde aşılan 8 bin kilometrede mistik göllerden çöllere uzun bir yolculuk yapılıyor.

Alıp başımı gidiyorum...

Ülkemizin ve dünyanın hallerini anlamaya çalışmaktan yorgun ve bir çare bulmaya gücümün yetmemesinden üzgün, uzun bir yolculuğa çıkıyorum bu Pazar. Hani derler ya; “Alıp başımı gidiyorum.” diye, işte öylesine bir gidiş bu. Bir farkla; sevdiceğim de yanımda. Meğer o da istermiş hep bu uzaklara gitmeyi. Yolculuğun yaşandığı süreç, mekânlar ve âdeta zamanda yolculuk etmiş duygularıyla bezenen bu seyahat, âdeta bir efsane olmuş yıllardır. Çarlık dönemi Rusya’sının ihtişamıyla dekore edilmiş vagonlarında, klâsik Rus mutfağının muhteşem lezzetleriyle yapılan bu serüven, 16 günde aşılan 8 bin kilometrede yolcularına yeşil ormanlardan steplere, mistik göllerden çöllere kadar pek çok manzara sunuyor. Moskova’dan başlayıp Pekin’de sona erecek olan Trans-Sibirya tren seyahati salt bir yolculuk olmaktan öte, 16 günde, dünyadan ayrılmadan, evrenin değişik katmanlarını izliyor hissinde yaşadığımız serüven yaşatacak bize. Altın kubbeleri, kırmızı yıldızları, tarih kokusu, sanat coşkusu, kültürel ve politik esintileriyle bizi içine alan Moskova’dan başladığımız yolculukta ‘Bolşoy sınıfı’ tabir edilen kompartımana girdiğimizde kendimi romanımda anlattığım; dedemle Şura’nın yolculuklarına katılmışız gibi hissediyorum. Kulağımıza ninni gibi gelen Tchaikovski müziğiyle görüntüyü içime çekiyorum. Bordo kadife kaplı karşılıklı iki sedir arasında camın önüne yerleştirilmiş küçük masada, kolalı keten örtü, ‘şampanskaya’nın soğuktan buğusunu bırakmış olduğu narin kristâl kadehler, turşu ve dereotu ile süslenmiş somon, ringa balığı dilimleri, kaz ciğeri patesi kenepeleri servise hazır bizi bekliyor. Az sonra düdükler çalıyor, trenimiz tok bir sesle ileri atılıyor ve rayların üzerinde çıkan melodik ses bizi sadece Moskova’dan değil, bugüne dek bildiğimiz, tanıdığımız çok şeyden uzağa götüreceğinin işaretini veriyor sanki. Sevdiceğimle kadehlerimizi tokuşturuyoruz heyecanla. Damağımdaki lezzette sanki zamanın kendisi var.

Haberin Devamı

Tataristan’dan geçiyoruz. Kazan ilk durağımız. Şehir tarih kokuyor. Güneş batmak üzereyken Ekaterinburg’a varıyoruz. Kurt Seyit ile Şura’nın maceralarında önemli bir yeri olan Novorosisk’e vardığımızda, her an onların vagonlardan birine binecekleri gibi bir hisle perona bakınıyorum. Havyar blini - votka eşliğinde başlayan öğle yemeği zarif birer tablo gibi desenle bezenmiş fincanlardaki çay servisi ile bitiyor.

Haberin Devamı

Nazdrovya sesleri yükseliyor ortamda

Alıp başımı gidiyorum...

Irkuts’a vardığımızda Baykal Gölü’nden boşalan ve Yenisey nehrini besleyen Angara Nehri kıyısında klâsik mimaride bir otelde konaklıyoruz gece. Ertesi sabah baharat ve havyar pazarı turundan sonra pırıl pırıl evlerin ve bahçelerinin süslediği yerel mahallelere gidiyoruz. Her bir ev, yolculardan bir kaç çifti ağırlıyor. Borş çorbasıyla başlayan yemeğimiz helmeni, karski ve ardından çikolatalı mereng ile devam ediyor... Kadehler dolmaya devam ediyor ve ‘Nazdrovya!’ sesleri yankılanıyor sıcacık evde... Ve trenimiz Baykal Gölü’nün kenarında tekrar yola koyulduğunda bu mistik kıyıda sanki ruhumuzdan parçalar bırakıp gidiyor gibi Orta Asya’nın daha uzaklarına doğru yol alıyoruz... Yolculuk henüz bitmedi ama benim rüyam şimdilik bitti.... Devamında ve bir gün gerçeğinde buluşmak üzere... Sevdiceğim de rüyasından uyanmış mıdır acaba?

Haberin Devamı
DİĞER YENİ YAZILAR