Nefretle hayranlığın şehri: New York

Bazı şehirler vardır; nötrdür. Yerli halkında da, ziyaretçilerinde de öyle çok özel duygular uyandırmazlar. Orada yaşandığı veya oradan geçilmek zorunda kalındığı için insanların hayatına girer ama şayet çok olağanüstü bir şey olmadıysa hiç bir iz bırakmazlar.

Kimi şehirlerin ise verdiği duygu çok yoğundur. İlk görüşte ya sevilir, ya nefret edilir. ‘Nefret’ gibi abartılı bir ifadenin negatif duygusuyla yaklaştıysa kişi, o şehri o insana sevdirmeniz çok zordur. Şehir ‘ağzınla kuş tutsa’ kendini sevdiremez bir daha. Diğer taraftan ilk buluşmada sevdikleri şehirlerden çok zor soğur insanlar. Sahiplenirler sokaklarını, insanlarını, kafelerini, barlarını, parklarını. Hatalarını görmezden gelirler, çarpık taraflarını anlayışla karşılar, çirkinliklerini göz ardı etmek için güzel, çekici yönlerini hatırlamaya özen gösterirler.

Nefretle hayranlığın şehri: New York

New York da böyle şehirlerden birisi. İlk geldiğinizde gri, soğuk, kalabalık, kaotik, gürültülü, pis, duyarsız bulduysanız ki; bunlar da New York’un göz ardı edilemeyecek gerçekleri olabilir ve size sunduğu artılarını göremediyseniz daha sonra kaç kez gelirseniz gelin ‘Büyük Elma’yla yıldızınızın barışması çok zordur. Sunduğu renklerin, lezzetlerin, seslerin, sanatın çeşnisini keşfetmişseniz ve her gelişinizde ısrarla yenilerini tatmak üzere arayış içinde olursanız, bir çok insanın ‘soğuk şehir’ algısının dışındaki sıcak, yaşanası dünyasının tadını çıkarırsınız.

Haberin Devamı

İlk defa 1971 yılında AFS (American Field Service) bursuyla geldiğim yıl tanışmıştım New York’la. Gökyüzünü tırmalayan binalar, ağaçsız caddeler, sokaklar, durmak bilmeden bir o tarafa, bir bu tarafa akan insan denizi, neredeyse dakika başı birinden biri geçen itfaiye, cankurtaran ya da polis arabalarının kulakları yoran sirenleri, İstanbul’dan gelmiş olmama rağmen kafamdaki ‘büyük şehir’ kavramını yeniden şekillendirmişti. O günden beri de New York benim için dünyanın tezatlarını potasında barındıran, hep keşfedilesi, özlediğim bir yer oldu. Şehrin göbeğinde cennet Central Park’ı, müzeleri, sanat galerileri, birbirinden zengin sanatsal gösterileri, kitapçıları, kütüphaneleri, dünyanın dört bir köşesinden gastronomi örnekleriyle büyülerken, bu zenginliğin içinde karşınıza çıkıveren sefalet, yokluk örnekleriyle de size dünyanın genel ahvalini hatırlatır New York. Keyfine rağmen rehavete kapılamazsınız.

Haberin Devamı

Yarınları umutla sevmek gerek

Yıllar sonra, bilmem kaçıncı defa yine New York’tayım. Canlarımın bir yarısı İstanbul’da olduğu için onları özleyerek, diğer canlarımla New York caddelerinde yürüyorum. Aylardır soğuk mu soğuk, karlar altında gömülmüş şehir bugün nispeten ısınan hava ve parlayan güneşle yaşadığı şımarık bir günden sonra ılık bir kış akşamına gömüldü. İnsanlar halen daha ılık güneşin hayatlarına girişinin etkisiyle, bahar sarhoşluğunda.

Gecenin ilerlemiş bir saatinde, Broadway’de yemekten sonra kızım ve torunumla restorandan otelimize doğru yürüyoruz. Üç buçuk yaşındaki Shaya’mla beraber ‘Annie’ müzikâlinin meşhur şarkısını söyleyerek ve birbirimizin etrafında dönüp dans ederek ilerliyoruz kaldırımda.

Haberin Devamı

‘Annie’, defalarca da sinemaya uyarlanmış klâsik Brodway müzikallerinden biri. Minicikken ailesi tarafından New York’ta bir yetimhaneye terk edilmiş akıllı, sempatik ve mücadeleci küçük bir kızın ailesini bulmak için yaşadığı macera ve sonunda zengin ama duygusuz bir adamın dünyasını

sevgiyle doldurup onun yanında kendine yuva bulmasını anlatan sıcacık bir öykü. Müzikâli besleyen şarkılardan en çok bilineni ‘Tomorow’; umudun asla yok olmaması gerektiğini, mutluluğun bir gün sonrası kadar yakında olduğunu anlatıyor. “Tomorrow! Tomorrow! I love you tomorrow.! You are only a day away!” “Yarın! Yarın! Seni seviyorum yarın! Sadece bir gün uzaktasın!” Şarkının sözleri, ülkem için, dünya için o kadar ihtiyacım olan umudu aşılıyor ki...

İyi giyimli, siyahi bir bey geçiyor yanımızdan ve gülümseyerek “Çok güzel ama benim için fazla beyaz bir Annie’sin” diyor Shaya’ya. Kahkahalarla gülüyoruz. Geçen sene müzikâlin perdeye son uyarlamasında nesillerin Annie’sini canlandırmak üzere ilk defa siyahi bir kız çocuğu seçilmiş ve dokuz yaşındaki bu yetenek Oscar’ın tarihinde aday gösterilen en küçük oyuncu olmuştu.

Haberin Devamı

Bir kaç adım sonra bu defa elinde içine paçavralarını sıkıştırdığı eskimiş bez bir çanta ile durmuş bizi izleyen, tesadüf yine siyahi bir kadınla karşı karşıya geliyoruz. Kıyafetinden ve taşıdığı pırtıl çantadan onun New York’un meşhur evsizlerinden biri olduğu çok belli. O devasa zenginliğin, dev binaların gölgesinde sokaklarda yatıp kalkan binlerce insandan biri. Ama yüzünde öyle tatlı bir tebessüm, huzur var ki; sanırsınız paçavra çantasında tüm New York’u taşıyor. Dudaklarında yayılan kocaman bir gülümseme ve zencilere has o sıcacık tok sesle şarkımıza katılıyor. “Tomorrow! Tomorrow! I love you tomorrow You are only a day away!” Birbirimizin dünyasına ait değiliz gibi görünebilir ama işte bir umut şarkısı bizi bir anda aynı duygunun parçası yapıveriyor... Beklentilerimiz, telaşlarımız, endişelerimiz, hayâllerimiz benzemese dahi...

Ayın da, yıldızların da neon ışıklarından oluştuğu New York gecesinde biz otelimize doğru ilerlerken evsiz kadın da aksi istikamete doğru kendi yalnız ve soğuk gecesine karışıyor. Şarkımız devam ediyor. Birbirimizden uzaklaştıkça az önce paylaştığımız duygunun sözleri de yalnızlaşıyor: “To...morrow!... Tomorrow!..... I love you...... to..morrow.... You ... are... only... a day... a....way...“

DİĞER YENİ YAZILAR