Türkiye Anksiyete Cumhuriyeti

Haberin Devamı

Psikeart Dergisi’nin Aralık sayısının konusu “Anksiyete”.
Nedir anksiyete? Şöyle anlatmış California Üniversitesi Psikiyatri bölüm başkanı Prof. Dr. David Baron:

“Kendimi endişeli hissediyorum, diye ifade ettiğimiz bir ruh hali de olabilir, anksiyete bozukluğu gibi psikiyatrik bir bozukluk da olabilir. Bu terim hem psikiyatrik bir bozukluğa hem de sadece kaygılı hissetmeyi tanımlamak için kullanılıyor. Her iki durumda huzursuz, endişeli, yorgun, hassas, gergin hissetmek; uyku ve iştah problemleri gibi benzer temel belirtiler ortaya çıkıyor. Buna rağmen aslında birbirlerinden çok farklılar. Nasıl ülser hastalığıyla aşırı baharatlı yemekten kaynaklanan mide rahatsızlığı aynı değilse, anksiyete bozukluğu tanısı ve tedavisi de farklıdır. Tedavi edilmemiş anksiyete bozukluğu kişiye sürekli kaygılı hissetmesinin ötesinde zararlar verebilir. Araştırmalar tedavi edilmeyen anksiyete bozukluğunun bağışıklık sistemimizi etkilediğini, bunun da her türlü fiziksel hastalığa karşı bizi korumasız bıraktığını gösteriyor.”

***


Benim gördüğüm kadarıyla “kaygılı” olma hali çok yaygın bir “Türkiyeli” olma hali. Şu sıralar kimin hatırını sorsam herkeste bir “ne olacak bu işlerin sonu?” ağırlığı var. Yüzler asık, umutlar, hayaller (Mehmet Metiner hariç!) sönmüş, gelecek kaygıları almış başını gitmiş halde…

Geriye, kendi geçmişimde baktım. Kaygılı hissetmediğim tek bir anım var mıydı acaba diye… Okuldayken pek bir şey umurumda değildi ama işe girdikten sonra tek bir günüm yok ki “atılma” korkusu yaşamamış olayım… 20 yıl geçti aradan ben hâlâ aynı ben! Düşünsenize 2 yıl sonra emekli olabileceğim! Bir nebze olsun azalmaz mı insanda bu kaygı?

Niye böyle? Tamam, diyelim ruh hastasıyım ama tek suçlu ruh hastalığım mıdır? Bu bir günü bir gününe uymayan bu memlekette “kaygısız” olmak aklı başında bir insan için mümkün müdür?

Benim kendimden öğrendiğim şu: “Kaygı” azalmıyor ama yıllar içinde insan B planları yapmayı öğreniyor. Ve o bitmek bilmeyen kaygıları insan ancak B, hatta C planlarıyla azaltabiliyor. “O olmazsa bunu yaparım” demesini öğrenmek ne büyük bir aşamadır…

***


Dergiden çok şahane yeni şeyler öğrendim…

“Panik” kelimesi Pan’dan geliyormuş. Yunanca “panikon” veya “panikos” yani “Pan’dan gelen”, “Pan’a ait”, “Pan ile ilgili”, “Pan’ın neden” olduğu anlamını taşıyormuş.

Peki kim bu Pan? Antik Yunan mitolojisinde teke tanrısı. Alt tarafı keçi, üst tarafı çok çirkin bir insan erkeği olan tuhaf bir orman yaratığı. Panflütünden bilirsiniz. Tecavüz etmeye kalktığı (zira o kadar çirkin ki kimse rızasıyla onunla beraber olmuyor) peri kızlarından biri kendinden vazgeçip kendini bir kamışlığa dönüştürünce Pan da hırslanıp bu kamışlardan bir flüt yapar kendine… Bir çeşit intikam da denilebilir.

Ormanlarda aniden belirdiği için “bilinemezin tanrısı” kabul edilmiş. Beklenmedik bir anda ortaya çıkan, açıklanamayan yoğun korku ve bunaltı ataklarının nedeni Pan denmiş. Panik atak da onun bu yüzyıldaki kardeşi herhalde! Veya “afakanlar bastı”nın yeni adı…

Panik atakların temelinde de kaygı var. Kaygının kabardığı yerde patlıyor. Fakat en hazin taraf şu: İnsanın, panik ataklı olup olmayacağı ilk 10 aya bağlı! İlk 10 ayda mutlak güven duygusu sağlanamazsa kişide hayat boyu yalnız kalamama durumu hasıl oluyor. Ve bu da panik ataklara neden olabiliyor.

***


Böyle “ilk 10 ay çok değerli…” “ilk altı ay çok mühim..” “ilk 4 ay altın…” laflarını duydukça, kimsesiz bir çocuğu büyüten biri olarak tuhaf oluyorum. Bir insanın ömür boyu çekeceği sıkıntılar bu kadar mı ebeveynine bağlıdır? Ufacık bir ihmal, al sana panik ataklı bir kadın!

Pat pat çocuk yapanlar, umarım ne büyük bir sorumluluk aldığınızın farkındasınızdır…

İyi pazarlar diyerek rutin kaygılarıma çekiliyorum…

DİĞER YENİ YAZILAR