Orhan Pamuk romanları bitirilebiliyor,

Haberin Devamı

Masumiyet Müzesi sonunda bitti. Evet Orhan Pamuk kitapları bitirilebiliyor. O kadar da zor değil. “Ay ben bitiremiyorum” diyenlere “ilkokul” diye bir yer var, şiddetle tavsiye ederim. “Ali topu at”tan bir başlayın hele, gerisi gelecektir..

Masumiyet Müzesi güzel bir kitap. (Merak etmeyin konuyu anlatmayacağım.) Nefis bir dönem tasviri yapıyor. Daha önce kimsenin gönül indirmediği detaylarla sahte Jenny Colon çantalar, Tarabya restoranları, Meltem Gazozları, Türk kızlarının bakışları, 12 Eylül’ün değmeden geçtiği apolitik çoğunluk, zenginlerin normal insanlar olabileceği, sinemacı barları, Türk filmleri, kafası sallanan köpek bibloları... 1975 ile 1985 arasını anlatıyor. Evet bir müze. Her anlamda. Eski objeler, eski modalar, eski duygular, eski aşk hikayeleri, eski restoranlar, eski barlar, eski güzellikler, eski çirkinlikler, eski boşlular.. Ve eski İstanbul..

Bana sorarsanız bir aşk romanından ziyade bir “bekaret” romanı. Bekaretin kaybedilişi ve etkileri teması arka planda hiç durmadan çalan bir melodi gibi. (Almanların sevdiği lafla: Leitmotiv.) Bağır bağır bir bekaret mevzuu yok belki ama bakıyoruz romanın her üç kadın karakteri de (ikisi üst biri alt sınıftan) nihayet bu sorunla bir şekilde cebelleşmek zorunda kalıyor. Dönüp dönüp bekarete geliyoruz.

Eski Türk filmi izlermiş gibi oluyor insan. Türk filmlerinin derini ve analizlisi de diyebiliriz ki az buz bir şey değil. Kerime Nadir romanı diye kestirip atmanın alemi yok yani. Eski Türk filmlerini izlerken yaptığımı da yaptım üstelik. Türk filmlerini izlerken, çoğu zaman konuya takılmam. Yahut zaten insanı zorlamayan konuları olduğu için çok da dikkatli takip etmek gerekmez. Esas yaptığım arka plandaki yerlerin neresi olduğunu çıkartmaktır. İstanbul son 30 yılda tüm Türkiye gibi tanınmayacak bir şekilde değişti ama yine de bir takım ipuçları yakalanabiliyor. Bakıyorsun kadraja Sultanahmet camii girmiş, ha diyorum demek ki kızın evi Cankurtaran’da. Veya pencereden vapurlar görünüyor demek ki diyorum oğlanın çalıştığı şirket Sirkeci’de. Sandal sefası yaptıkları kıyıda gözüme çarpan dantel gibi işlenmiş bir yalıdan oranın artık önünden koca bir kazıklı yolun geçtiği bizim Arnavutköy olduğunu, halen yıkmayı başaramadıkları o yüzden mecburen müze yaptıkları dünya tatlısı belediye binasından oranın artık felaket bir şekilde betonla kaplanmış ve otobüs durağı olsun diye bütün ağaçlarının kesildiği eski Kadıköy parkı olduğunu, küçücük bir tabeladan oranın artık köprülü kavşaklar altında ezilen Aksaray olduğunu, arkadaki fabrikadan Bomonti taraflarında gezindiklerini çıkartır, bundan tuhaf bir zevk alırım.

Kitabı okurken de öyle yaptım. Kitapta anlatılan yerlere ben de gitmiş olabilir miyim, o çay bahçesinde, o masada oturmuş olabilir miyim, sözünü ettiği Fuaye Lokantası Nişantaşı’nda acaba hangi sokağındaydı, gerçekten böyle bir restoran var mıydı, yerine açılan Hünkar bildiğimiz Hünkar mı, Meltem Gazozu hakikaten var mıydı, Alman manken İnge’li reklamını görmüş olabilir miyim, o iğrenç tuzluk bizim eve de girdi mi, o biblo yoksa teyzemde mi vardı, al komşu teyzenin terliğinin aynısı diye diye okudum. Bu da hoş bir oyundu.

Fakat itiraf edeyim bir noktada Kemal’in Füsun’a aşkı içime fenalıklar getirdi. “Ya yürü git kardeşim” dediğim bir iki yüz sayfa vardır. Ama zaten yazarın da amacı bu. Bir yandan içimize fenalıklar getirmek bir yandan da sonu ne olacak diye meraktan gebertmek. Biraz daha az fenalıklar getirseydi daha mı iyi olurdu? Mümkün. Ama o zaman da aralara serpiştirdiği müze nesnelerini kaçıracaktık.

İki sene sonra romanın müzesi açılacak. Romanda geçen hemen hemen bütün objeler ve fazlası müzede sergilenecek. Muhteşem bir fikir olduğunu düşünüyorum. Ve şimdiden haber vereyim: Müze aşıklara ücretsiz olacak.

DİĞER YENİ YAZILAR