Ortadoğu, vatanım

Ortadoğu’yu anlamak için rehberlik görevi üstlenen ve izleyiciyi ajans bültenlerinde sayılarla ifade edilen Iraklıların gerçek trajedileriyle yüzleştiren çok önemli bir belgesel...

* * *

35. İstanbul Film Festivali’nde yer alan ‘Vatanım’ filmini katalogdaki bu tanıtımıyla takibe almıştım. Filmin, Sevin Okyay’ın hararetle işaret ettiği NTV Belgeselleri bölümünde olması da etkiliydi elbette. Yönetmenliğini Iraklı belgeselci Abbas Fahdel’in yaptığı filmi, belki tam da bu nedenlerden ötürü, dışardaki güneşli, baştan çıkartıcı Nisan gününü feda etmeye göze alarak, tam 5 buçuk saat boyunca, ‘güle ağlaya’ seyrettim. Ne kadar çok kırgın ve kızgın gerçek, ne kadar çok onarılmaya yatkın gülümseten sahne, ne kadar çok biz vardık filmde, size anlatamam. Ve elbette cayır cayır bir ülke, ve elbette ne kadar çok sessiz kalınan ölüm. Ve her şeye rağmen akıp giden bir yaşam.

Böylesi uzun filmlerde genellikle olan şudur: Seyirciler usul usul salondan ayrılır ve siz kendinizle çekişerek, oturduğunuz koltuğun bir sağına bir soluna yalpalayarak ‘son’ yazısına ulaşmayı ve arınmayı hayal edersiniz. Ancak bu seferkinde öyle olmadı. Sona ulaşmayı başardık başarmasına ama filmin o noktasına ulaştığımızda, Fahdel’in aktardığı ‘Irak’ belgeseli, biz salondakileri yerlerimize mıhlamaya yetti. Film boyunca, filmin temel taşlarından biri, hatta kahramanı olan Fahdel’in 12 yaşındaki yeğeni Haydar filmin sonunda, bir serseri kurşunla, neredeyse gözlerimizin önünde yaşamını kaybetti. Aslında filmin ortasında bizi bu konuda uyarmıştı Fahdel; ama biz yine de bunu o güzelim çocuğa yakıştıramamıştık galiba; ki o meşum sonda öylece kalakaldık! 5 buçuk saattir Bağdat’ın sokaklarında birlikte gezindiğimiz harika bir çocuğu kaybetmiştik! Ve bu bir kurgu değildi.

Haberin Devamı

Abbas Fahdel, Irak’ta yaşayan ailesinden yola çıkarak, Saddam öncesi ve sonrasında (2003 yılındaki ABD işgali öncesi ve sonrası) yaşananları insanı merkez alan bir biçimde oturtmuştu kameranın önüne.

Saddam döneminin televizyon ekranlarındaki ‘Saddam ve yine Saddam’ görüntüleriyle başlayan film, o ‘müşfik lidere’ methiyeler düzen televizyon kanalları aracılığıyla, bizim gibi topraklarda, lider-halk ilişkisinin nasıl pompalandığını sakin sakin gösteriyordu. Saddam sonrası gelen yağmalama kültürünün kimilerince o eski günlere duyulan özlemle geçiştirilmeye çalışılması da başka bir tezat olarak karşımıza çıkıyordu.

Haberin Devamı

Ve gelelim ABD’lilere. Şu kültüre, sanata, adalete, eşitliğe düşkünlükleriyle tanınan ABD’lilere. Kendi topraklarındaki ‘devşirme anıtların ve hayatların’ üzerine titreyen ABD’liler, Bağdat’ta ilk önce nereleri bombalamıştı dersiniz? Bağdat Sinema Enstitüsü’nü, Bağdat Radyoevi’ni, onca katmanlı kültüre ev sahipliği yapan Irak Ulusal Müzesi’ni, İslam kültürüne ait sarayları... Petrol Bakanlığı dışındaki bütün bakanlık binalarını. Onca masum insanın evini... O kendi diyarlarında çok düşkün oldukları ağaçları, yeşil alanları... Ve dahası insanların geleceğe olan inancını ve umudunu yerle bir etmişlerdi. Ülkede giderek artan yozlaşmanın ev sahibi onlardı artık. Ülke, sayelerinde bir felaketten kurtulmuş, bir başka felaketin göbeğine oturmuştu.

Haberin Devamı

Fahdel, mikrofonu Radyoevi’nde yıllarca çalışmış eniştesine çeviriyordu o zaman. Yaşlı adam, dev binanın enkazı arasında dolaşırken halkın, aydınların, yazarların, memurların, doktorların, öğretmenlerin, gazetecilerin hemen hepsinin şizofrenleştiklerini söylüyordu.

‘Biz şizofren bir toplumuz artık’ diyordu gözleri yaşlarla kaplı. Kim değil ki diye geçirdim içimden. Kim değil ki?

* * *

Bu satırları yazdığım sırada Kilis’e yine bir roket düşmüştü.

DİĞER YENİ YAZILAR