Sessizlik

Haberin Devamı

‘Kanın sıcaklığı deniliyor ya, öyle. Canı canan’ı da erken gözden çıkarıyor insan o yaşlarda giderken dağlara. Zorlanmıyor mu? Çok pek çok zorlukla başbaşa kalıyor. Kimileyin geride bıraktıkları, kimileyin yeni mekân ve koşulların zorluğu. Ama bunları dillendirmiyorsun bile.’ Ruken Şahan’ın Bianet’e verdiği söyleşiden

***


Dillendirememek.

Ben Şahan’ın küçücük bir çocukken dağları tercih etmesinde, tam da bu sessiz noktaya takılıp kaldım. Bir seferinde Batman’a gittiğimde Rüzgâr kod adıyla (kod adı da bu değil aslında) kendini bana tanıtan, ‘Abla, ölüm kolay, hayata geri dönmek ise zor’ diyen bir başka genç kadının, bu cümleyi söylerken bile sesinde, tavırlarında gölgelediklerini hatırladım. Bu insanların yaşam adına dillendiremediklerinin hemen hepimizin üzerinde gezinen bir gölge olduğunu varsaymıştım o zamanlar. Hâlâ öyle düşünüyorum. Bu çocuklara yaşama hakkını çok gören, yanlış yapmalarına, aşık olmalarına, genç kız ve genç kadınlar olmalarına izin vermeyen, onları yıllarca yok sayan, ezen, büzen, iten her ne varsa onun hepimize ait bir gölge olduğunu. Ve hepimizi gölgelediğini.

Ya ölümsüzlük?

O gölgede, bu insanların yaşamla kurmalarına izin verilmeyen bir bağın ölümle, daha doğrusu ölümsüzlükle iç içe olduğunu az çok biliyorduk. Bütün savaşların insanları davet ettiği bir noktaydı o. Ve sanırım o dillendirilemeyen yerde bir başka soru da ölümsüzlük için geçerliydi.

Gerçekten ölümsüzlük mümkün müydü? Rüzgâr’ın dillendiremediklerinde bunun mümkün olmasa da inanılası bir şey olduğunu sezmiştim. En önemli ‘direnme’ sac ayaklarından biri buydu, hiç kuşkusuz.

Peki gerçek miydi?

Bu soruyu o zaman sormaya çekinmiştim.

Adına, hatırlayabilmek ya da sonsuzluk diyebileceğimiz her ne varsa zamanın vasat ve sığ engebeleri arasında eriyip gidiyordu. Bu da, esasen biz insanların ölümsüzlük fikrini çoktan elimizden almıştı.

O zaman imdadıma yine Rüzgâr yetişmişti. ‘İnsanın kalbinde ölümsüzlük mümkündür’ demişti ‘bir bardak su istiyorum’ der gibi. Ölümsüzlük fikrinin artık meskensiz, mekânsız, tekinsiz yersiz yurtsuzluğuna işaret ederek. İnsan elinin değdiği hemen her şeyin bozulabilir, yok olabilir olmasına dikkat çekerek. Sahi her şeyin satıldığı ve çalındığı (oyların, rollerin, cümlelerin, anlamın vb.) bir diyarda, ormanların yağmalandığı, derelerin yok edildiği, yalanın baş tacı edildiği, hırsızların sevildiği, katillerin kol gezdiği bir ülkede ölümsüzlük diye bir şeyden söz edebilir miydik? Sadece kalplerde... Olsa olsa kalbe dair bir romantizm olabilirdi bu.

Rüzgâr’ın sessizliğinde ölümsüzlüğün olsa olsa insan kalbindeki boynu bükük bir sığıntı hayalden ibaret olduğunu işte o zaman düşünmüştüm.

Kelimeler bu kadar azken, birkaç kez yazıştık onunla, öyle hatırlıyorum. Hayatta ortak bir şeyler bulmaya çalışarak. Belki bulduk da, ama fazla devam edemedi. Kalbindeki ölümsüzlük fikrinin yetemediği bir noktada, arkadaşlarının gencecik bedenlerinin bizzat ölüme yaslanışına tanık olma ‘gerçeği’ her şeye ağır bastı sanırım. Üniversite sınavları için dershaneye gitme hayali, okuma isteği, yaşamı yeniden döndürme arzusu... Tüm bunlar kalbindeki ölümsüzlüğün karşısında soluklaşmış olmalıydı. Besbelli, kalbindeki ölümsüz şeylerin bu talan dolu dünyada karşılığı yoktu.

***


Bu insanlara bu dünyayı nasıl sevdirebiliriz?

Dillendiremediklerinin onların gerçek yaşamı olduğunu nasıl anlatabiliriz?

Benim cephemden, bir edebiyatçının gözünden bakıldığında elzem sorularımız bunlardır. Ama itiraf edeyim ki bu dünyanın bu haliyle pek de sevilesi bir yanı yok. Çocuklarına, gençlerine sahip çıkamayan bir toplumdan ne beklenebilir? Ya onların hayallerine uzanamayan hantal bir devlet yapısından?’

O zaman şunu yeniden düşünmeli: Bu dünyayı nasıl değiştirebiliriz? Yaşamlarımızı sığıntı yaşamlar olmaktan nasıl kurtarabiliriz? Dünyaya ölümsüzlüğü getirme şansımız var mı?

DİĞER YENİ YAZILAR