Devlet hukuktan ayrıldı mı tanklar yürümeye başlar!

Eski Yargıtay Başkanı Prof. Sami Selçuk:

Haberin Devamı

“Çin’de 1989 yılında neler oldu hatırlayın... Öğrencilerin, aydınların ve işçilerin önderliğinde büyük gösteriler oldu, eşitlik ve demokrasi için... Ardından çok kanlı olaylar yaşandı Tiananmen Meydanı’nda. O olaylarda 2 bin 500 kişinin öldüğü söyleniyor. Hatırlarsanız ak gömlekli yalnız bir adam tankların önüne geçti, ama tanklar o insanları ezdi... İşte devlet hukuktan ayrıldı mı o tanklar yürümeye başlar, insanlar yürümeye başlar... Hak mahkemelerde değil, sokaklarda aranır. Bunu bileceksiniz!”

Yargı ne kadar bağımsız bugün?

Bu konuyu biraz dolambaçlı yoldan anlatmak istiyorum. Diyorum ki önce toplumun bunu sorması gerekir. Bunu sorması için de yurt bilinci, tarih bilinci ve dil bilinci olacak. Bir kere bunların hepsi eksik Türkiye’de... Yurt bilinci diyorsunuz, söz gelimi, Marmara’da, en güzel topraklarda zehirli variller çıkıyor. Bir hafta tartışılıyor, konu kapanıyor. Ertesi yıl yine çıkıyor. Yine bir hafta gündemde kalıyor ve yitip gidiyor, boşlukta kalıyor. Tarih bilinci diyorsunuz, hiçbir dönemde olmadı, yeni yeni oluşmaya başladı. Çünkü bir bakıyorsunuz eskiden kalma surları yıkıyorlar. Kayseri’nin başına geldi bu, Diyarbakır’ın başına geldi, Konya’nın başına geldi... Duyduklarım doğruysa zamanın Konya Valisi Selçuklulardan kalma bir sarayı yıkmaya kalkarken orada bulunan bir Fransız, kendi büyükelçiliğine telgraf çekiyor... Bunun üzerine Fransız Büyükelçiliği “Yıkmayın, biz satın alalım” deyince, olay Atatürk’e yansıyor. Atatürk çok sinirleniyor ve diyor ki, “Kalan parçayı kurtaralım.” Şimdi orada sadece yıkık bir duvarı var Selçuklu Sarayı’nın. Onu koruma altına aldılar, düşünebiliyor musunuz? Tabii acı olan bu örneklerin bugün de sürmesi...

- İstanbul gibi koruma altına alınmış bir kentte dahi...

Çok örnek var, çok... Yıllar önce Muş’a gittim, belki gördünüz, tek büyük caddede çok güzel eski bir bina dikkatimi çekti. Mardin’dekilere benziyordu taşları... “Ne kadar güzel bir bina, kim yapmış bunu?” diye sordum. Dediler ki, “1930’larda Sami Bey isminde bir vali varmış, söylediklerine göre o milattan sonra 2. yüzyılda yapılmış olan kiliseyi yıkmış, yerine bu hükümet konağını yapmış.” Düşünebiliyor musunuz, tarih bilinci yok. Bunu yapan da vali! O böyle yaparsa sokaktaki insanı nasıl kınayabilirsiniz?
Devlet hukuktan ayrıldı mı tanklar yürümeye başlar
- Dil bilinci de yok dediniz...

Siz Ankara’ya gelirken, biraz önce uçaktan indiniz, inerken ne dediler? “El bagajlarınızı almayı unutmayın” dediler, değil mi? İngilizceden sözcük sözcük çevirmişler. Türkün el çantası olur, el bagajı olmaz ki! Bunu ben Türk Hava Yolları yetkililerine, bir bakana söyledim, Türk Hava Yolları’nın yönetim kurulunda görev yapan profesör bir meslektaşım var, ona söyledim. Hak verdiler. Ama düzelten olmadı.

- Peki, bu neden önemli? Bütün bunlar eksik olunca ne oluyor?

Söz gelimi, bir tane doçentlik tezi var. Orada “garantörsel” diyor bilim adamımız ve bu tezi okuyanların hiçbiri de onu uyarmıyor. Garantör Türkçe değil, İngilizce de değil, Fransızca da değil... Fransızca’da garant var, garantör yok. Bir de sıfatın sonuna çok ayrık durumlarda eklenen -sel takısını ekliyorsunuz. Fransızca telaffuzuyla, Türkçe takılarla bir terim uyduruyorsunuz, Fransızlar adına. Böyle bir şeye hakkınız yok. Sözcük de yanlış. Bu bir doçentlik tezi... Diğer bilim insanları da o teze yollama yaparken düşünmeden o sözcüğü olduğu gibi alıyorlar. Yarın ne olacak biliyor musunuz? Onun yargıç, savcı, avukat öğrencileri dilekçelere, kararlara sokacaklar bu sözcüğü. Eğer siz ana dilde bilim yapmazsanız ezberlemek zorunda kalırsınız. Ben şimdi size ‘istikra’ desem, ‘talil’ desem bu ne demek diye sorarsınız. Çünkü sizin kafanızda kıvılcım çaktırmaz, bu sözcükler. Ama ‘tümevarım’ desem, ‘tümdengelim’ desem, kafanızca kıvılcım çakar, hemen anlarsınız. Çünkü benim toprağımda onlar üretilmiş. Ama tersi olsaydı bunları anlamak için sözlüklere bakmak zorunda kalacaktınız. Eğer hoca da öyle anlatırsa ezberlemek zorunda kalacaksınız. Siz Arap, Alman, Fransız değilsiniz çünkü, sözcüğün kökenini bilecek durumda değilsiniz.

Türkiye’de kimsede hukuk bilinci yok

- Peki, hocam buradan hukuk bilincine gelirsek...

Önce ulusu yaratacaksınız, yukarıdaki bilinçlerle. Uygar toplum olmak içinde hukuk toplumunu ve bilincini kotaracaksınız. Açık söylüyorum, Türkiye’de sade yurttaştan cumhurbaşkanına kadar kimsede hukuk bilinci yok.

- Niye?

Hemen söyleyeyim... Bu ülkede bir merhum Cumhurbaşkanı “Anayasaya bir kere delinmekle bir şey olmaz” dedi mi demedi mi?

- Evet, Özal cumhurbaşkanlığı sırasında demişti...

O Cumhurbaşkanı’nı seversiniz, sevmezsiniz... Ama bunu söyleyen cumhurbaşkanı eğer kamuoyu demokrasisinin olduğu bir ülkede, söz gelimi İtalya’da, Fransa’da olsaydı ertesi günü görevini bırakmak zorunda kalırdı. Merhum Özal’ın bunu söylemesi bence çok iyi oldu. Çünkü hukuk bilinci eksiğimizi ortaya koydu. Böyle bir örneği vermek gibi bir şansa sahip oldum ben. Demek, “Bizde sade yurttaştan cumhurbaşkanına kadar hukuk bilinci yoktur. Bu bir gerçektir!” derken haklıyım. Geçmişte Merhum Ecevit de TBMM’de gizli oy kuralını çiğnemişti. Geçen gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde iktidar partisi adına bütçe konuşması yapan bir milletvekili, “Tutuklu milletvekilleriyle ilgili olarak üzerinde uzlaştığımız metnin bir amacı vardı. Bu metin, yargıya bir tavsiye kararıydı” dedi. Şimdi Anayasa’nın 138. maddesi 2. fıkrası bakın ne diyor? “Hiçbir organ, yasama, yürütme hepsi dahil bunun içerisine... Merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasına mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Merhum Cumhurbaşkanı da, o milletvekili de Anayasa’ya bağlı kalacağına ilişkin olarak namusu ve şerefi üzerine ant içtiler... Yani söyleyecek laf bulamıyorum. Bu örnekler en sade yurttaştan cumhurbaşkanına dek çoğaltılabilir.

Başbakan’ın Muhteşem Yüzyıl sözleri buyruk gibi!

- O zaman Başbakan’ın sözlerini nereye koyacağız? Muhteşem Yüzyıl dizisi için “Bizim böyle bir ecdadımız yok” dedi ve yargıyı göreve çağırdı...

Bu sözler üzücü... Aynı şey. Telkin, tavsiye. Bir yerde buyruk da diyebilirsiniz. Çünkü bulunduğunuz yer, üst bir makam, en azından bu bir tavsiye ve telkin, ama buyruk mu o tartışılır. Bundan önce başka bir şey daha oldu. Biliyorsunuz, Ergenekon davaları sırasında Başbakan “Ergenekon savcısıyım” dedi. Muhalefet lideri Baykal ne dedi? “Ben de Ergenekon’un avukatıyım” dedi. Böyle bir şey hukuk bilinci olan bir toplumda olabilir mi?

- Baykal o sözü Başbakan’ın sözü üzerine söylemişti ama... Simgesel bir tarafı vardı o sözlerin. Yanılıyor muyum?

Tabii ki simgesel o sözler. Ama yine de olmaz. Baykal benim sınıf arkadaşım ama kişiler benim en yakınım da olsa, babam da olsa yine doğruyu söylerim. Ben, yansızlığı ve nesnelliği kendisine yaşam biçimi edinmiş, 40 yıldır bunun içerisinde olan bir hukukçuyum. Onun sözleri beni bir hayli şaşırttı. Aynı şey, AK Parti iktidara yeni geldiğinde de oldu. O zaman yargının önündeki bir davayla ilgili olarak bir komisyon kurmuşlardı... Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Sayın Yalçınbayır, bana sordu, “Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Anayasaya aykırı mı?” diye... “Tamamen aykırı, yanlış yaptınız” dedim. Bir durdu, arkasından, “Ben de öyle düşünüyorum” dedi. Sonra ne oldu? Darbelerle ilgili bir komisyon kuruldu. Bu doğru. Ama siz o darbelerle ilgili komisyonda hakkında dava açılmış olan, 12 Eylül’le ilgili konuyu gündeme getiremezsiniz. Bu Anayasa’ya aykırıdır.

- Hakkında zaten daha önce dava açıldığı için mi?

Elbette... Susacaksınız, konu yargının önünde... Nitekim Ergenekon savcısı ne dedi? “Onların da raporunu getirtelim” dedi. Bakın, orada, komisyonda kalmıyor rapor. Onlar da bir bakacak. “Ne yapmışlar, nedir?” diye. Bu bir telkindir, bir tavsiyedir. Oysa TCY’nin 288. Maddesi’nde koruduğu değer yargının yansızlığıdır.

Yargıda bugün olanlar 15 yıl önce olamazdı, olsaydı gereken yanıtı verirdim!

“HSYK’nın Birinci Daire Başkanı ‘Savcılar isteseydik mahkum olurlardı’ dedi. Yargıtay’dan, Danıştay’dan, Anayasa Mahkemesi’nden çıt çıkmadı. Bu çok üzücü... Bu bakımdan çok mutsuzum.”

- Yargı yansız değil mi?

Şöyle anlatayım... İkili yollara konulan kırmızı mobeselere 100 metre kala herkes 70 km hızın altına iniyor. O anda yasa yürürlüğe giriyor. Mobeseyi geçer geçmez herkes 100 km’ye çıkıyor. Yasa yürürlükten kalkıyor. Hukuk bilinci olan bir ülkede bu olur mu? O sınırlamanın kendi yararı için olduğunu kimse düşünmüyor. Başbakan, bakan, vali, müsteşar, rektör birini atar, bir göreve ya da görevden alır. İşleminin hukuk karşısında meşru/yasal olup olmadığını öğrenmek için ona yargı yoluna gitmesini tavsiye edecek yerde, tam tersini yapar. Yargıya başvurmuşsa onu başka yerlere atamakla tehdit eder. Böyle birinde hukuk bilincin bulunduğundan söz edilebilir mi? Şimdi buna karşılık biraz da Batı’daki duruma gidelim. 18. yüzyılın, Aydınlanma yüzyılının iki büyük lideri vardır. Birisi II.Friederic, diğeri Çariçe II. Katerina’dır. Bunlar sürekli aydınlanmacılarla, düşünürlerle düşüp kalkmışlardır. Parantez içinde bir şey söyleyeyim; bu ilerlemeyi gören 3. Ahmed, II. Frederic’e bir mektup yazmıştır. Ama “Ne tavsiye edersiniz?” dememiştir. “Biz geri kaldık, bunu çözmek için bana müneccim gönderin” demiştir.

- Peki II. Frederic müneccim göndermiş mi?!

Elbette göndermemiş ama kimi tavsiyelerde bulunmuş. II.Friederic’e değirmencinin söylediğini herkes anlatır. 1740’larda Sans-souci Sarayı’nı genişletmek için arazisini zorla alacağını söyleyen Kral’a değirmenci “Evet alırdınız, eğer Berlin’de yargıçlar olmasaydı” der. Bizde hukuk bilinci, tarih bilinci yok derken, bunları anlatmak istiyorum. Şimdi söyleyeceğim olayların her biri Amerika Yüksek Mahkemesi’nin kapısına kabartma olarak işlenmiştir. Bunlardan biri de 1612 yılında geçen Yargıç Coke olayı. Kilise mahkemesiyle laik mahkeme arasında, bir konuyu “Biz mi çözeceğiz, siz mi çözeceksiniz?” diye uyuşmazlık çıkar.

- Hem laik mahkeme hem de kilise mahkemesi mi var o dönemde?

Evet. Kıyamet kopar bu tartışma üzerine. Kral duruma el koyar. Der ki, “Hukuk bir mantık. Ben de mantık okudum, az çok hukuktan da anlıyorum, bu konuya ben halledeceğim!” Yargıç Coke “Hayır” der, “Siz ülkeyi yönetebilirsiniz ama yargıç değilsiniz. İngiltere’de davalara sadece yargıçlar karar verir, kral karar vermez. Sizin böyle bir yetkiniz yok.” Yargıç da görevinden alınmaz. Herkes görevinin başına döner.

- Peki o dönemlerde hangi durumlarda kilise mahkemesi ya da laik mahkeme karar veriyor?

O zamanlar engizisyon mahkemeleri de var ama kilisenin de en etkisiz olduğu yer İngiltere. Çünkü biliyorsunuz İngiltere 1200’lerde parlamentoyu kurmuş bir ülke... Mesela İtalya’da 1560 küsur yıllarındadır Galileo’nun yargılanması. “Dünya dönüyor” dedi diye...

Bunlar yakın tarihteki örnekler. Şimdi uzak tarihe gidelim. Milattan önce altıncı ve beşinci yüzyılda yaşayan Konfüçyüs öğrencileriyle Thai dağlarının eteklerinde gezerken ağlayan bir kadın görür. Kadına yaklaşır, derdi nedir sorar. Kadın der ki, “Burada bir kaplan var. Önce kayınpederimi yedi, parçaladı. Sonra, kocamı yedi. Geçen yıl da oğlumu parçaladı, yedi.” Bunun üzerine Konfüçyüs, “Peki neden buradan çekip gitmiyorsun başka bir diyara?” deyince, kadının cevabı şudur; “Burada devlet yok, ben devlet olan yere gitmem!” Bunun üzerine Konfüçyüs, öğrencilerine döner, “Devlet hukuktan ayrılırsa kaplanlardan daha tehlikelidir. Bunu unutmayın!” der. Bu olay MÖ 5. yüzyılda oluyor...

Peki, Çin’de 1989 yılında neler oldu? Öğrencilerin, aydınların ve işçilerin önderliğinde büyük gösteriler oldu, eşitlik ve demokrasi için... Ardından çok kanlı olaylar yaşandı Tiananmen Meydanı’nda... O olaylarda 2 bin 500 insanın öldüğü söyleniyor... Hatırlarsınız, ak gömlekli yalnız bir adam tankların önüne geçti, ama o tanklar insanları ezdi... İşte, devlet hukuktan ayrıldı mı o tanklar yürümeye başlar, insanlar yürümeye başlar. Hak mahkemelerde değil, sokaklarda aranır! Bunu bileceksiniz... Başka bir örnek vereyim... Yine MÖ 484 yılındayız. Pers Kralı Darius’un oğlu Serhat, -ki ona çeşitli adlar verirler yabancılar ama ben Serhat diyorum, çünkü bizde en çok geçen odur- Yunanistan’a, Makedonya’ya geçmek için Çanakkale’ye gelir. Herodot’a göre 3 milyon askerle. Elbette abartılı. Diyelim 100 bin olsun. Gemileri de o kadar çok fazla ki Çanakkale Boğazı’nın iki yakası arasında yan yana köprü yapıyor gemilerinden, o köprüyle karşıya geçiyor. Ve Yunanistan’a doğru yürürken önüne gelenleri yok ediyor. Isparta’ya geliyor. Ki Isparta düşünce açısından Atina’nın çok gerisindedir biliyorsunuz, orada çadırından çıkıyor Kral Serhat, bir bakıyor ki karşıda Ispartalı askerler öylece duruyorlar... “Ben önüme geleni ezip geçiyorum ama bu Ispartalı askerler kaçmıyorlar” diyor. Bir Ispartalı’ya, “Bunlar biraz sonra öleceklerini bildikleri halde niye kaçmıyorlar? “ diye soruyor. Ispartalının yanıtı düşündürücüdür; “Sizin askerleriniz sadece sizden korktukları savaşırlar. Onlarsa, ölmekten değil, yasalardan korkarlar. Bu nedenle kaçmazlar.”

Bir başka örnek daha... Atina’ya geliyorsunuz, Sokrates hüküm giymiş, ölüm cezasının yerine getirilmesini bekliyor. Baldıran zehrini içmek üzere... “Kaç” diyorlar. Önlem filan da almıyorlar bu sırada. Yani iktidardakiler onun kaçmasına göz yummak istiyorlar. Sokrates, “Hayır” diyor, “Yasalara uymam zorunlu. Yasa ölüm cezası demişse o sonuca katlanırım!” Yüzlerce yıl önceki hukuk bilincine bakın. Bu bilinç öyle kolay kolay oluşmuyor. Biz 21. yüzyıldayız ve hâlâ aynı noktadayız. 1960 yılında Ekrem Alican İnönü’nün koalisyon hükümetinde başbakan yardımcısıydı. Meclis‘te konuşurken, “Bizim bir derdimiz var. Yasa çıkarıyoruz ama onu uygulamıyoruz. Kimse de uymuyor yasalara!” deyince milletvekilleri itiraz ettiler. “Örnek ver” deyince dedi ki, “Çıkın sokağa, Karayolları Trafik Yasası’na hiç kimse uymuyor, siz de dahil.” Kahkahalarla güldüler, niye? Trafik cezaları hafif olduğundan sanırım. Bir Meclis düşünün ki kendi çıkardığı yasayı küçümsüyor. Türkiye’de hukuk bilincinin yerleşmesi çok zor... Sadece sıradan insan değil, hukukçu olanlarda da yok. Neden? Çünkü HSYK’nın Birinci Daire Başkanı, Yargıtayın aklanma kararı üzerine “Savcılar isteseydik mahkûm olurlardı” gibilerden bir söz söyledi. Bütün bunlar olurken Yargıtay’dan, Danıştay’dan, Anayasa Mahkemesi’nden çıt çıkmadı. “Siz kendi alanınızda kalın” diyen çıktı mı? Bu çok üzücü. Bu bakımdan hiç mutlu değilim. 15 yıl önce olamazdı böyle şeyler.

- Ne olurdu 15 yıl önce olsaydı?

Gereken yanıtı verirdim!

Dink davasında büyük hata yapıldı

- Nitekim yıllar sonra da “Evren, hukuken geriye dönük olarak yargılanamaz” dediniz...


Evet. Benim Evren’le bir yakınlığım yok. Bu Evren de olabilir, bir başkası da olabilirdi. Başbakanla ilgili de yazı yazdım. Bu Doğu Perinçek de olabilirdi. Başbakan hakkındaki hükümlülük kararı A’dan Z’ye yanlıştı. Bu kadar basit... Bugünkü (15 Aralık Cumartesi) Hürriyet Gazetesi’ni okuyun. Hrant Dink’le ilgili kimi Yargıtay üyelerinin sözleri var. Hele bir tanesi tüyler ürpertici. Diyor ki “O sırada milliyetçi duygular çok kabarmıştı!” Siz milliyetçi duygulara göre karar veremezsiniz ki, siz yasaya göre karar verirsiniz. Eğer bir yargıç, duygularıyla yasanın yorumunu birbirine karıştırıyorsa onun yargıçlık yeterliliği yoktur zaten.

- Peki, son gelinen noktada, Dink davası için ne düşünüyorsunuz?

Dink davasında büyük hata yapılmıştır, çok büyük! Dink davasındaki edebi nitelikli olan bir eğretilemeyi, metaforu Yargıtay anlayamamıştır. Orada bir metafor var ve bunu hakaret sanmıştır. Ben bu konuda görüş de bildirdim, kendilerinden bir yazar telefon etti bana. “Gönderin, bakayım” dedim. Zaten avukatı da söylüyor onu. Eğretileme bu, yani burada hakaret filan olmaz. Tam tersine, Hrant Dink Türk’ü övüyor. Ama Türk yanıltıldı, düşman olmayalım diyor, daha ne desin! Korkunç bir şey... Ve o kararda en çok utandığım nokta, İstanbul gibi bir yerde yargıçlık yapan kişinin Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” deyişini mecazi anlamda algılayamamış olmasıdır. Bu karar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önüne gitti. Çevirisi yapıldı. Ben çok utandım... -BİTTİ-

DİĞER YENİ YAZILAR