Kürt meselesinde zaman daralıyor

Haberin Devamı

Diyarbakır’daki Kürt Çalıştayı’na katılan ve her zamanki üslubuyla farklı bir bakış getirmeye çalışan siyaset bilimci Nuray Mert’e, BDP Milletvekili Sebahat Tuncel, “Senin Kürt meselesine bakışta gönül gözün açılmış!” demiş. Mert anlamış ki doğru yolda yürüyor. Ben yine de sordum; “Gerçekten açıldı mı?” diye... “Zaten mevzu bu, bir dönem İslamcı kesimin sorunlarına nasıl baktıysam, şimdi de Kürt meselesine böyle bakmaya çalışıyorum. Herkesin de böyle yapması gerektiğine inanıyorum” oldu cevabı...

Bir haftadır başka bir şey konuşulmuyor. Geçen hafta sonu Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından düzenlenen Demokratik Özerklik Çalıştayı’ndan söz ediyorum. Çalıştayın amacı ‘Demokratik Özerklik Projesi’ni tartışmaktı, ama iş bununla kalmadı, 30 yıllık süreç tekrar baştan sona masaya yatırıldı. Net tavır MHP’den geldi, kestirip attılar; “Bölünmenin alfabesi yazılıyor” dedi Devlet Bahçeli, ki bu bir sürpriz değildi. Sürpriz, beklenmedik yerden AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’ten geldi: “Demokratik özerklik tartışmaları Türkiye’ye yönelik bir suikast girişimidir!” Mesele karmaşık, herkesin kafası biraz karışık, sadece siyasiler ve kanaat önderleri değil, herkes bu konuyu tartışıyor. Tartışıyor dediysek, herkes yine kendi cenahından, ya taraf ya da karşısında!

Bu tartışmalar alevlenerek sürerken, ben kara kara kiminle bu konuyu konuşayım diye düşünürken, Hürriyet’te siyaset bilimci Doç. Dr. Nuray Mert’in yazısını görür görmez verdim kararımı... Mert doğru isimdi, her zamanki gibi iyi ve kötü taraflarıyla bakıyordu meseleye ve yine büyük olasılıkla ‘her taraftan’ eleştirilecekti. Zira daha öncesinde iktidarın Demokratik Açılım Projesi’ni gündeme getirdiği dönemde “Kolektif hakları konuşmayacaksak, çözüm adına hiçbir şey yapamayız” diye yazmış ve ‘süreci sabote ediyor’ yaftasını yemişti. Oysa vurgulamak istediği, Kürt meselesinin sadece bireysel ve kültürel haklar çerçevesinde kalınarak çözülemeyeceği ve aynı zamanda bu meselenin Türkler’in de sorunu olduğuydu. “Bugüne kadar hep Kürtleri anlamak lazım diyorduk, ama Türkleri de anlamak lazım” diyordu.

‘Kürt Meselesine Bakışta Akıl ve Gönül’ başlıklı son yazısında ise konuya biraz daha açıklık getiriyor Mert: “On sene öncesine kadar Kürt meselesine mümkün mertebe hakkaniyetli, ama uzaktan ve ilkesel bir bakışla bakmaya özen gösteriyordum. Ulus devletlerin krizinin bizim gibi ülkelerde ‘mikro milliyetçilik’ gibi çok sorunlu bir mecraya girmesinden kaygı duyuyordum, hâlâ duyuyorum. Ancak bir yandan bu zaman zarfında çok şey değişti. Diğer taraftan ben sadece Kürt siyasi hareketinin dikkatini bu noktaya çekmeye çalışmak yerine, bu noktaya nasıl gelindiğini ve onlar tarafından nasıl yaşandığını anlamaya çalışmam gerektiğini hissettim. Daha önce aynı çabayı öcü gibi görülen ve gösterilen İslamcılar için de göstermiştim...”

Yazının sonlarına doğru ise asıl beni şaşırtan bir örnek veriyor Mert; “BDP Milletvekili Sebahat Tuncel ile yaptığım bir sohbette, bana ‘Senin Kürt meselesine bakışta gönül gözün açılmış’ demesi, tüm bunları bir kez daha düşünmeme neden oldu. Her iki tarafa da bir yandan akıllı ve serinkanlı düşünmeye özen göstermeyi, diğer taraftan biraz da gönül gözüyle bakmaya çalışmayı öneriyorum.” Yazıyı bitirir bitirmez, kararımı vermiştim, doğru isim oydu, ama daha söyleşi yapalı iki ay olmuştu. “Kırmaz” dedim, aradım. Hiç uzatmadı, “Tamam, ama Ankara’dayım” dedi. Hemen atladım uçağa... Sheraton Oteli’nin lobisinde buluşur buluşmaz, “Gönül gözünüz açıldı mı?” diye sordum hemen, tam üç buçuk saat gönülden bir Kürt meselesi tartışması yaptık! Bir kez kesildi hararetli konuşmamız, bir SMS’le... Köşe yazısını okuyan Sebahat Tuncel’den geliyordu; “Umarım herkesin gönül gözü açılır!”

SAKALLI BİR DEDE GÖRDÜM VE HER ŞEY DEĞİŞTİ DEĞİL ELBETTE!


* Sebahat Tuncel bu sözü çalıştayda mı söyledi?
Yok... Özel sohbet ederken söyledi.

* Ne oldu da söyledi peki?
Ben aslında mikro milliyetçilikten rahatsız olan biriyim ama bu meseleyi tedrici olarak halledemeyeceğimizi düşünüyorum. O yüzden ne kadar yakınına gelirsem o kadar daha iyi kavradığımı görüyorum. Bir de içeriden o gözle bakıyorum... Zaten her meselede buna inanırım... Dedim ki, “Bazen şaşıyorum, bazı insanlar uzun süredir uğraşıyor bu meseleyle. Fakat böyle bir ihtiyaç duymayabiliyor. Bu nasıl oluyor?” O da bunun üzerine, “Senin gönül gözün açılmış” dedi, çok güldük. O yüzden ben bugün o yazıyı yazarken İslamcıları hatırlattım. Yani ne istiyor bu insanlar? Veya nerede problem var? Bunu çok samimi olarak sürekli olarak kendinize sorar, dert ederseniz, zaten ister istemez daha başka açıdan bakmaya başlıyorsunuz. Yoksa 80 kere gidin gelin Diyarbakır’a, bir yere varamazsınız.

* Peki gönül gözünüz açıldı mı gerçekten?
Evet. Ben bunu samimiyetle söylüyorum!

* Doğru bir saptama Sebahat Tuncel’inki yani?
Çok doğru. O yüzden üzerine gidip yazı yazdım. Tam da dedim, mevzu budur! Ve sonra geçmişimi düşündüm aynen böyle... Yani insanın gönül gözünün açılması çok önemli bir şey.

* Peki orada kırılma noktası neydi?
Böyle çok çarpıcı şeyler olmuyor. Dini duygum da, dini duygumdan bağımsız İslami kesimle yakınlığım da öyleydi... Yani bir sakallı dede gördüm gibi dramatik şeyler hayatımda olmadı... Veya İslamcı kesimle bağlantımda çok böyle frapan bir hikâyem yok. Bu, zaman içersinde duyduğunuz eksikliklerin, sıkıntıların, karşılaştığınız dostlukların hepsinin yekûnudur ve bunların sizin tarafınızdan yapılan muhasebesidir aslında. Din manasında baktığınız zaman kısmet ile açıklanan bir kısmı da var tabii... Daha çok anlamaya, samimiyetle anlamaya çalışırsanız ister istemez anlıyorsunuz.

* Bu sözü Tuncel’in söylemesi beni şaşırttı. Çünkü, “Gönül gözü açılmış” daha çok, sonradan Allah’ın varlığına inananlar için söylenir ya...
Evet. Çok tatlı bence de...


Bu mesele Öcalan’la ‘fıs fıs’ koşularak mı çözülecek yoksa toplumla tartışılarak mı?

* Diyarbakır’daki izlenimleriniz ne oldu?
Bu meselenin bir mesafeden anlaşılamayacak bir mesele olduğunu giderek daha iyi anlıyorum, daha çok hissediyorum bu süreç içerisinde.

* Kimler vardı çalıştayda? Sizin en çok dikkatinizi çeken ne oldu?
Ahmet İnsel, Kadri Gürsel, Ali Bayramoğlu, Mehmet Altan, Doğu Ergil, Cengiz Çandar, Sırrı Süreyya Önder vardı. Altan Tan vardı, çok konuştu. Sonra Yasin Aktay vardı... Oysa bazı gazetelerde ‘İslamcı hiç kimse yok‘ denmiş. Oral Çalışlar, Ertuğrul Kürkçü, Ayşe Hür vardı... Benim çok aşina olduğum isimlerden hatırladıklarım bunlar. Tabii bir de ev sahibi olarak BDP’liler vardı.

* Ortam nasıldı?
Ben ortamda bir fevkaladelik görmedim doğrusu. Belki de kaçırmışımdır. Çünkü ben bambaşka bir perspektiften bakıyorum. Bir de pek çok çalıştaya katıldım ama Demokratik Toplum Kongresi’ni yakından izlemiyordum. Bazı arkadaşlarım, mesela Ruşen Çakır daha yakından izler. Benim yoğunlaştığım alanlar daha sağ politikalar, İslamcılık, Ortadoğu... O yüzden de öncesini, sonrasını mukayese edebilecek biri değilim. Bana katıldığım diğer çalıştaylardan çok farklı gelmedi.

* Peki ya konuşulanlar, tartışılanlar?
Konusu tabii daha hassas, daha elektrikli, onu hepimiz biliyoruz. Ama herkes özgürce fikrini söyledi.

* Aslında siz Kürt açılımını eleştirirken bile hep bunu savunmuştunuz. “Boş beşik sallamaktan vazgeçelim, herkes fikrini söylesin” demiştiniz bir yazınızda...
Evet. Özellikle açılımın başından beri, bugün söylediklerimi önceleyen çok şey söyledim. Dediğim gibi ben öteden beri Kürt meselesini takip eden biri değilim. O yüzden Kürt meselesini de normal, ilkeli, demokrat bir vatandaş gibi düşünüyordum. Ama demokratik açılıma geldiğimizde, gerçekler dünyası ile konuştuğumuz dünyanın birbirinden iyice uzaklaştığını o mesafeden bile anlayabilecek durumdaydım ve bunu ifade etme ihtiyacı duydum. O zaman da başıma çok şey geldi, “Vay, süreci sabote ediyor” dendi.

* Bugün de, özellikle son iki yazınızı okuyanlar “Hani açılımı eleştiriyordu, şimdi bunları nasıl söyler!” diye yorum yapıyor...
Doğrudur, burası böyle bir ülke. Ben orada, “Açılıma karşıyım, olmasın” dememişim ki, “Kolektif hakları konuşmayacaksak bu işin başarı şansı sıfır” demişim. Bugün söylediğim ne? İkisi arasında nasıl bir çelişki var? 

* O zaman şunu konuşabilir miyiz, iki dilli hayat ve demokratik özerklik sizce ne anlama geliyor? Kürtler ne istediklerini tam olarak biliyorlar mı sizce?
Evet, aslında o programın dili sorunlu. Bizim çok itirazımız oldu. Bütün bunlar çalıştaydan sonra da söylendi. Fakat buradan başlarsak konuşmaya, yine olaya eksik, yanlış bakıyor oluruz, zaman kaybediyor oluruz. Benim kaygım o. Biraz da şöyle düşünelim... Ben BDP’li arkadaşlara sürekli şunu söylerim; “Türk kamuoyunu düşünmeniz lazım. İnsanların çocukları ölüyor!” Ben gerçekten de Diyarbakır’da bunun karşılık bulduğunu gördüm açıkçası ve takdir edelim ki bu çok memnun edici, sevindirici bir şey... Ayrıca Ahmet İnsel de “Türkleri ikna etmek zorundasınız, bizi değil” dedi çalıştayda.

* Bir de, “Kürtler asimilasyon, Türkler bölünme endişesi taşıyor” demiş...
Evet. Çok iyi bir özet bu bence. Bu yüzden de not ettim... Dedi ki, “Bugün Kürt meselesinde iki büyük sorun var. En büyük sorun da güven sorunu. Türkler bölünmeden, Kürtler asimilasyondan endişe ediyor. Siz Türk olduğumuz için bizi, yani bu salondaki çok küçük bir entelektüel kesimi ikna etmek durumunda değilsiniz. Biz zaten bu meseleye daha esnek, daha yumuşak bakan, daha demokrasi vurgusu yapma ihtiyacı duyan bir grubuz. Bizim Türklerden kastettiğimiz sıradan vatandaş. Çünkü kamuoyu onlar... Onları ikna etmeniz lazım!” Bunun altı çizildi... İşte ben Diyarbakır’da bunun karşılığı olduğunu gördüm. 90’lı yıllarda Kürtlere yapılan o eziyetlere karşı ciddi bir sol muhalefet vardı. Ve biz hep şunu diyorduk o zaman, “Kürtleri anlamaya çalışalım.” Fakat öyle bir noktaya geldi ki mesele, “Eee Türkleri de anlamak lazım” dedik. Ben de bunu yazdım hatırlarsanız, “Türk sorunu” diye... “Türkleri de anlamak lazım” demeyi bayağı geç akıl etti herkes. Fakat ondan sonra da şöyle bir şey oldu; sanki ağırlık birden bire, “Türk kamuoyunu da dikkate almak lazım” meselesine kaydı.

ZAMANIMIZ DARALIYOR

* Bir denge tutturamıyoruz galiba...
Evet. Zor da bir konu tabii... Ben hep diyorum ki, onların da Kürt meselesine hassas olan demokrat aydınlarının, ne kadar acı çekilirse çekilsin, bunu da düşünmesi gerekiyor. Neyse, bu çok telaffuz edildi ve ben artık bunun çok karşılığı olduğunu, o toplantıda olan insanların bu çabayı gösterdiklerini düşünüyorum. İkinci dikkat çekmek istediğim konu da, metindeki tutarsızlıklar... Bu metni savunmak anlamında demiyorum ama bunu bir çıkış metni olarak kabul edip anlamak manasında şunu düşünmek lazım; metni herkes çok eleştirdi, “Bu devletsiz bir özerklik biçimi. Gerçekçi değil” diye... Ben de dedim ki, “Şimdi bu hareket bağımsız devlet isteyen, Marksist-Leninist çerçeveden başlamış. Bunun terk edilmesi zaman alacak bir şey. O metne heyecanını veren unsurlar bunlar.” Ben bunu ilk defa söylemiyorum. Beşir Atalay’ın bizlerle yaptığı görüşmede de söyledim. Hatta birçok insan bana katılmadı orada... Ama yaşım da, eskiden çok gençlikten sempatizanlık düzeyinde başlayan bir sol siyasete yakınlığım da bunu hatırlamama müsait. Bu hareketler o zaman öyle bir heyecanla başladı. Bu metne de o sol heyecanın bir şey katmadığını söyleyemeyiz. Yani evet, çok Stalinist...

* Kürşat Bumin böyle eleştiriyor...
Evet. Bu doğru olabilir. Ama insanlara heyecan veren şey bu... Hatta o da değil, sıradan insana o sol hareketlerin enerjisi bir yere kadar etki ediyor. Bunun bir de mikro milliyetçilik diye kaygı duyduğumuz kısmı var...

* Yani etnik milliyetçilik?
Evet. Bunun da önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum ben Kürt hareketinde... Fakat takdir edersiniz ki insanları harekete geçiren böyle heyecanlardır. Yani işte kimlik... Sadece kimlik üzerine kurulu politikalardan en çok kaygı duyan insanlardan biriyim. Ama şunu görmek lazım ki, dünyada politik paradigma değişti, kavramlar değişti, onun ötesinde insanlar her zaman soyut kavramlardan ziyade, somut, kendi hayatlarına değen şeylerle motive olur. O yüzden milliyetçilikten ne kadar kaygı duyarsak duyalım çok daha tesirlidir. Kürt meselesinde de bu söz konusu... Şimdi bunlarla yola çıkmış bir hareketin bir yolunu bulup tartışmayı devlet istemeyen, bağımsızlık istemeyen bir noktaya çeken bir çerçeve çizmesi zor... Yani, devlet istiyorduk derken ne diyecekler? “Artık devlet istemiyoruz evlerimize çekiliyoruz” denilmeyeceğine göre... Siyasi hareketlerin hiçbirinin seyri böyle değil, buna bir ara formül bulunacak. Her iki taraf açısından da... Hem Türklerin kulağına çok rahatsız edici gelmeyecek, hem de Kürtler bir endişeye kapılmayacak. Yani iyi niyet gösterisi olan bir kavram bulmak lazım. Mesela, “Devlet istemiyoruz, bağımsızlıktan vazgeçiyoruz. Devletsiz ama özyönetim...” ifadeleri bütün metinlerde var. Yani böyle skandal olabilecek ifadelerin yanı sıra asıl bunlar vurgulanmış. İşte bunlar bu ihtiyaçtan vurgulanmış...

* Skandal olabilecek neler var?
Ahlaki toplum, kök hücre, öz savunma gibi medyada çıkan şeyler. Ama bu hareketin bir ara formül arayışı olduğuna inanalım lütfen... Yani “Bu işin sonu ayrılığa gider!” değil. Geldiği nokta itibariyle bu perspektifi değiştirmek zorundayız ve bunun devam edeceğini, tutacağını, birlikte yaşam pratiklerinin bu niyet, bu gayret üzerinden olacağını ummak durumundayız. Veya sadece ummak değil, bu yönde çaba göstermek zorundayız. Beni harekete geçiren bu. Ben bu ülkede yaşıyorum. Kürt meselesi de az buz bir mesele değil, hayatımızı çok etkileyecek bir mesele... Ve ben artık ne yapabilirsek kârdır noktasına geldiğim için, bu meseleye çok daha yakın bakma ihtiyacı duyuyorum. Bir siyaset bilimci, bir gazeteci merakının ötesinde...

* Peki sizce Demokratik Toplum Kongresi Öcalan’dan ne kadar bağımsız hareket edebiliyor?
Onu bilemem... Ben bunu değerlendirebilecek türden bir gazeteci veya siyaset bilimci değilim. Ama size başka bir şey söyleyeyim. Çok tuhaf... Epeyce bir zamandır, “Devlet Öcalan ile görüşüyor” diye konuşuluyor. Bakın buna kıyamet kopmaması güzel... Çünkü çok dar bir boğazda olduğumuz belli. Yani bu mesele bir şekilde çözülsün noktasındayız. İyi ama ondan daha çok gürültü, açık yapılan bir tartışma konusunda çıkarılıyor. Bu şu demek mi? Devlet ne yaparsa yapsın, halletsin gizli kapılar arkasında! Bu daha mı kabul edeceğimiz bir model olacak? Bana sorarsanız toplumun önünde tartışılan, daha saydam bir müzakere süreci demokratik toplum için çok daha arzulanır bir şeydir. Yani devlet fıs fıs Öcalan’la görüşüyormuş falan... Buna mı umudumuzu bağlayacağız, böyle mi demokratik bir toplum olacağız? En doğrusu, en arzulananı bu mu? Bu meselenin çetrefilliği çerçevesinde belki tamamı çok şeffaf bir süreç olarak ilerlemeyebilir. Tarihte bunların hepsi var. Ama biz neredeyse öyle bir noktaya geliyoruz ki, “Devlet Öcalan’la görüşsün her şey kapalı kapılar ardında olsun bitsin daha iyi. Yeter ki ortalıkta konuşulmasın” diyoruz. Ben bu çalıştaydan sonra bu izlenimi edindim. Bu tavrı algılamakta zorlanıyorum doğrusu. Maalesef demokrasi adına konuşan insanlar bile bu konuda tereddütlü...

YARIN: Nuray Mert’e göre Kürt meselesinin çözümünde zaman neden daralıyor?

DİĞER YENİ YAZILAR