'Kürtlerin dil talebi bölgeyle sınırlı kalmaz'

Haberin Devamı

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın ‘İki dilli hayat’ açıklamasına çözümler sıralıyor Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Vahap Coşkun...

İlkokulda annesi Kürtçe konuşuyor diye çok utanır, okula gelmesini istemezmiş. Üniversitede kimlik bilinci gelişince bu utanç başka bir utanca dönüşmüş. Yıllar boyu çekmiş acısını, “Annemden nasıl utandım?” sorusu yakmış kalbini... ‘Dil Yarası’ adlı çalışmayı yaparken görmüş ki, bugün aynı sorunları çok daha derinden yaşıyor Kürt gençleri... Şimdi BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın ‘İki dilli hayat’ açıklamasına çözümler sıralıyor Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Vahap Coşkun.

BASK modelinin Türkiye’ye en yakın model olduğunu, ama meseleyi salt dil talebi olarak değil demokratik özerklik talebiyle birlikte ele almak gerektiğini söylüyor önce... Sonra anayasanın mutlaka değişmesi gerektiğini vurguluyor. “Sorun sadece bölgenin değil, Türkiye’nin sorunu... Mesela İstanbul’daki Kürtler de Kürtçe eğitim talep etmeyecek mi?” diye sorduğumda verdiği cevap ise yeni bir tartışmanın ipucu oluyor; “Elbette Kürtlerin dil talebi sadece bölgeyle sınırlı olmaz. İstanbul, İzmir, Mersin için de model geliştirmek gerek!”

Ne zaman Diyarbakır’a gitsem ve “Kürt meselesi nasıl çözülür?” diye sorsam, aynı şeyi hissediyorum. 30 yıldır birikmiş bir hesap bu! Her kimle konuşursam gidiyor 30 yıl geriye... Dönüp dolaşıp 12 Eylül’e... Hani bırakın devlet dairesinde Kürtçe tek kelime etmeyi, düğünde şarkı söylemenin bile yasaklandığı günlere... Hiç unutmam bir Kürt gencinin söylediklerini; “Anam beni Kürtçe ninniyle büyütmüş inkar mı edeyim? ‘Et’ dedi devlet!” Ne cevap verirsiniz buna? Var mıdır bir cevabı, bu isyana katılmak dışında. Mesele Kürt meselesi olunca, işin düğüm noktası bu. “Anadilini inkar et” demek, “Anneni, babanı inkar et” demekten farksız.

İşte size bir örnek daha Diyarbakır’dan, yine cevap veremediğim, sadece utanarak başımı önüme eğdiğim: “Bu topraklarda uzun yıllar insanlara anadillerini yasakladılar. Çok acı çekildi, çok baskı oldu. 15-20 yıl OHAL ile yaşadık. PKK’nin ilk başlama yıllarında, Kürtçe’nin yasak olduğu dönemde insanımız fırından ekmek isterken, Kürtçe ‘Jimınra bı nan bıde bu Turki’ derdi. Yani ‘Bana bir ekmek ver, ama Türkçe diyorum!’ Böyle bir yasak olabilir mi? Devlet bizim yaşadığımız acıları anlamalı ve artık samimi olmalı.”

Bu sözler de bir gencin ağzından dökülmüştü, üzüntüyle, kırgınlıkla, ama en çok isyanla... Geçen hafta ise çok daha net bir şekilde ve resmi bir ağızdan dile geldi. Her ne kadar BDP’yi hâlâ resmi saymasa da devlet kademesindeki önemli bir kesim! BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “Bölgede iki dilli hayata geçiyoruz. Esnaf alışverişte anadilini kullanmalı, tabelalar iki dilli olmalı. Artık bu konuda devletin yasal düzenleme yapmasını beklemeyeceğiz” dedi ve Türkiye yepyeni bir tartışmanın içine girdi. Zira bu söz, bir dönüm noktası, hem bölge için hem de Türkiye için... Ankara’nın vereceği tepki, gelecek yıllarımızı etkileyecek. Aslında ilk tepki uzun süredir sessiz kalan askerden geldi, “Edişeyle izliyoruz” dedi Genelkurmay Başkanı... Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in açıklaması ise daha sert oldu; “Bu talep parti kapatma sebebidir!” Her iki sözde de çözüme ilişkin bir şey yok, ama öyle ya da böyle iki dilli hayat başladı bile bölgede.

Ya Türkçe yasaklansaydı?

Bıçak sırtı bir dönem bu, nasıl çözüleceği önemli olan. Yani ne endişeyle beklemek çözüm, ne de kaçıncı kez olduğunu artık unuttuğumuz parti kapatmayla!.. Şöyle düşünsek ya, “Biri Türkçe’yi yasaklasaydı ne yapardık?” Herhalde o zaman biraz önce aktardığım o iki Kürt gencin sözlerini çok daha önyargılardan uzak dinler, anlar ve çözüme birkaç adım yaklaşırdık...

İşte bu düşünceler içinde konuştum Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Vahap Coşkun’la... Kısa bir süre önce Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü adına Sabancı Üniversitesi’nden Öğretim Üyesi Şerif Derince ve Yeditepe Üniversitesi’nden Yard. Doç. Nesrin Uçarlar’la birlikte ‘Dil Yarası: Türkiye’de Eğitimde Anadilin Kullanılmaması Sorunu ve Kürt Öğrencilerin Deneyimleri” kitabını yazan Coşkun, bölgede öğrenci, öğretmen ve ebeveynle derinlemesine mülakatlar yapmış bir akademisyen. Kendisi de Diyarbakırlı ve bu sorunları bizzat yaşamış. Yani hem araştırma yapmış hem de bire bir meselenin acısı içinde... “İlkokuldayken annemin okula gelmesini istemezdim. Utanırdım Türkçe bilmediği için... Daha da kötüsü bize okutulan Hayat Bilgisi kitaplarındaki annelere, hele hele öğretmene hiç benzemediği için... Ama bu utanç üniversiteye başladığımda bir travmaya bıraktı yerini... Bu kez annemden utandığım için müthiş utandım!” diyor. İşte, Coşkun’un “İki dilli hayat”a ilişkin çözüm önerileri...

Bize en yakın model BASK

BASK’ta eğitimde kullanılan üç model var. Bu modellerden birinde eğitim tamamiyle İspanyolca veriliyor ama yoğun bir şekilde Baskça da öğretiliyor. İkinci modelde, eğitim tamamiyle Baskça veriliyor ama yoğun bir şekilde İspanyolca öğretiliyor. Bir diğer modelde ise, derslerin yarısı İspanyolca, yarısı Baskça veriliyor. Bu üç modelden birini aileler seçiyor. Şimdi Türkiye’ye dönersek, İstanbul’da yaşayan bir Kürt’ün Kürtçe’ye ilişkin talebi ile Diyarbakır’da yaşayan bir Kürt’ün talebi birbirinden farklı olabilir. İstanbul’da yaşayan bir Kürt sadece çocuğunun Kürtçe’yi unutmaması ve kendisiyle Kürtçe konuşmasını isteyebilir. Onun için, eğitimin Türkçe olduğu ama Kürtçe’nin de öğretildiği bir eğitim sistemi yeterli olabilir. Ama Diyarbakır’da yaşayan bir başka Kürt, çocuğunun akademik anlamda da gelişimini Kürtçe yapmasını isteyebilir. Bu anlamda onun çocuğunun eğitiminin tamamını Kürtçe tamamlayacağı bir model geliştirmemiz gerekiyor.

Kürt meselesinde esas tabu, devlet Öcalan’la görüştüğünde yıkıldı!

BDP Eşbaşkanı Demirtaş’ın, “Bölgede iki dilli hayata geçiyoruz” sözlerini nasıl okumalıyız?

Aslında başta anadilin eğitimde kullanılması olmak üzere, dilin tüm kamusal hayatta kullanılması talebi son derece meşru bir talep ve bence BDP’nin de siyasetini bunun üzerinden yürütmesi geç kalmış bir talep. Ama bunu şimdi dile getirmeleri önemli. 2011 yılında seçime gidiliyor ve bu birçok anlamda Türkiye’de yeni düzenlemelerin yapılacağı bir anayasa seçimi olacak. Ve BDP bu seçimde kendi siyasetini hangi temeller üzerinde kuracağının işaretini veriyor bu ifadeyle. İki temel vurgu var burada. Bunlardan biri, BDP’nin demokratik özerklik vurgusu, bir diğeri ise dilin kamusal kullanımı. Aslında bu ikisini birlikte düşünmek gerekiyor. Çünkü BDP’nin öngördüğü şekilde dilin hem kamusal alanda hem de eğitimde kullanılabilmesi yerel yönetimlerin güçlendirilmesini veya merkezi idarenin yetkilerinin önemli bir kısmının yerel yönetimlere devredilmesini zorunlu kılıyor. Dolayısıyla BDP’liler bundan sonra özerklik ve dil konusuna daha fazla vurgu yapacaklardır.

Peki hangisi daha önde geliyor? Anadilin kullanımı mı yoksa demokratik özerklik mi?

Bunlar aslında birbirini tamamlayan süreçler. Şöyle söyleyeyim, buradaki en önemli talep eğitimde ana dilin kullanılmasıdır. Bu talep sadece BDP’nin değil, Kürt siyaseti yapan tüm partilerin üzerinde mutabık kaldıkları bir talep. Ama Kürtçe’nin eğitim dili haline gelebilmesi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bugünkü yapısıyla gerçekleştirilebilecek bir şey değil. Bu eğitime ilişkin birtakım yetkilerin yerel yönetimlere devredilmesiyle de ilgili, daha doğrusu eğitimin de ademi merkezileştirilmesiyle ilgili bir talep. Dolayısıyla bu iki talep birbirini tamamlayan, bütünleyen talepler. Tabii sadece eğitim alanıyla sınırlı tutmuyor dilin kullanımını BDP, kamusal hayatta da dilin kullanılmasını talep ediyor. Bunun için de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerekiyor. O nedenle özerklik talebiyle dil talebi birbiriyle ilintili talepler.

Genelkurmay, “Dilimiz üzerine yapılan tartışmaların, Cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığını endişeyle izlemekteyiz” diye açıklama yaptı. Bu gidişin sonu ayrılma olur mu?

Tabii bu Cumhuriyetin temel kuruluş felsefesinden ne anladığınıza bağlı. Cumhuriyetin temel kuruluş felsefesini 1982 Anayasası’nda ifade edilen felsefe olarak anlarsanız, yani tek bir kültüre dayanan bir toplum olarak, evet böyle bir tehlike olduğunu söyleyebilirsiniz. Ama BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak, Cumhuriyetin kuruluş felsefesinden 1920 Meclisi ve 1921 Anayasası’nın ruhunu anladıklarını söyledi. Ve bu ruhun Türkiye’deki tüm kimliklere kendilerini ifade edebilme hakkı tanıyan bir ruh olduğunu ve bu ruhla herhangi bir sorunlarının olmadığını ifade etti. 1921 Anayasası’nın iki önemli özelliği var. Bu anayasada herhangi bir etnik kimliğe atıf yapılmaz. ‘Türk milleti’, ‘Türk halkı’ gibi ifadeler kullanılmaz. ‘Türkiye devleti’, ‘Türkiye halkı’ denir. Dolayısıyla buradaki kimliğin temeli Türkiye’dir. Bir coğrafyaya atıf vardır, birinci özellik budur. İkinci özellik ise, bu Anayasa biri geçici olmak üzere 24 maddeden oluşmuştur. Toplam 14 maddesi ise yerel yönetimlere ayrılmıştır ve bu yerel yönetimlere bugün konuştuğumuzdan çok daha fazla yetkiler verilmiştir. Bu, Cumhuriyetin kurucu kadrosunun o zaman verilen Kurtuluş Savaşı mücadelesini herhangi bir şekilde bölmeme çabasından kaynaklanır. Çünkü çok çeşitli dini kimlikler, etnik kimlikler Kurtuluş Savaşı veriyor ve bu savaş verilirken herhangi bir kimliğin kendisini dışarda hissetmemesine aşırı bir dikkat gösteriliyor. O nedenle tüm kimlikleri tanıyan çok kısa bir metinle Meclis Kurtuluş Savaşı’nı yürütüyor. Dolayısıyla BDP’liler “Biz cumhuriyetin kuruluş felsefesinden bunu anlıyoruz “diyorlar ve bu felsefeye geri dönüş için ise anayasanın değişitirilmesi gerektiğini söylüyorlar.

12 Eylül 2010 Anayasası ile iki dilli hayatı gerçekleştirmek mümkün değil yani?

Bu anayasa ile mümkün olabileceği kanaatinde değilim. Birkaç nedenden ötürü. Birincisi; eğer dil hakkından bahsedeceksek, Anayasa’nın 42. Maddesi var. Orada Türk vatandaşlarına Türkçe’den başka bir dil öğretilemiyeceği ve okutulamayacağı ifade ediliyor. Bu anayasal engel olduğu sürece, Kürtçe ile ana dilde eğitim yapmanın imkanı yok. Her şeyden önce 42. Madde’nin değiştirilmesi gerekiyor. Ama belki bu da yetmeyecek. Çünkü Anayasası’nın 1., 2., ve 3. Maddelerinde ifadesini bulan değişitirilemez ilkeler var. Dolayısıyla sizin gerçekleştirmek istediğiniz her türlü girişim ve adım oraya atıf yapılarak engellenebilir. Çünkü burası çok geniş bir alanı kapsıyor. Anayasa Mahkemesi üyelerinin o ilk üç maddeden ne anladıklarına bağlı olarak ifade edilen bir durum bu. Örneğin Anayasa Mahkemesi üyeleri laiklikten ne anlıyor, demokratik devletten ne anlıyor, milli devletten ne anlıyor? Bunların hepsi sıkıntılı kavramlar. Dolayısıyla ben bu çift dilli hayatın egemen olabileceği bir toplumsal düzen için yepyeni bir anayasa gerektiğini düşünüyorum.

Peki seçimlerden önce mi?

BDP bunu istiyor. Ama ben seçimlere kadar AK Parti’nin bu konuda çok radikal bir adım atabileceği kanaatinde değilim.
n O zaman bunun koşulu nedir? AKP’nin yeniden güçlü bir iktidarla gelmesi mi?
AKP için koşul bu. 2011’e kadar AKP bu konuda bir adım atmayacak.

Atarsa ne olur? Sonu mu olur?

Vallahi, hiçbir şey olmaz. Biliyorsunuz, 1980 darbesiyle 1983 yılında bir yasa çıkarılmıştı ve bu yasa Kürtçe’nin hayatın bütün alanlarında konuşulmasını yasaklamıştı. 1991’de Özal Kürtçe konuşma yasağını kaldırdığında toplum buna hiç tepki vermedi, tam aksine destekledi. Türkiye de yıkılmadı. Dahasını söyleyeyim, bugün 24 saat yayın yapan bir Kürtçe televizyon var, bu yayın yapıldığı için insanlar, “Vay nasıl devlet böyle bir yayın yapar” diye ayağa kalkmadılar. Hatta daha radikal bir şey söyleyeyim, Kürt meselesi bağlamında Türkiye’de en temel tabu neydi? Devletin Öcalan’la görüşmesiydi! Hiçbir siyasal parti bu ülkede, “Biz bu sorunun çözümü için Öcalan’la görüşürüz” diyemezdi. Çünkü demeleri halinde büyük bir oy kaybına uğrayacaklarını ve iktidarlarını koruyamayacaklarını düşünürlerdi. Ama bu da aslında 12 Eylül 2010’da yapılan halk oylamasına sunuldu.

Nasıl?

Sunuldu, çünkü halk oylamasından 1 ay kadar önce devletin çeşitli yetkilileri Öcalan’la görüşmeler yaptıklarını ve sorunu çözmek için bu görüşmeleri devam ettireceklerini söylediler. Hem Başbakan bunu ifade etti, hem Cumhurbaşkanı...

BELÇİKA MODELİ İKİ HALKI BÖLER!

Başbakan “Biz asla bir teröristle görüşmeyiz” dedi ama...

Devlet yetkilileri görüşüyordu. Kim görüşüyordu? MİT yetkilileri görüşüyorsa, bu Başbakan’ın bilgisi dahilindedir. Genelkurmay yetkilileri görüşüyorsa, bu Genelkurmay Başkanlığı’nın bilgisi dahilindedir. Genelkurmay Başkanlığı kime bağlıdır? Başbakan’a bağlıdır! Dolayısıyla “Biz görüşmüyoruz devlet görüşüyor” ifadesi doğru bir ifade değil. Ama sonuçta bunu öğrenen insanlar sokaklara dökülüp, “Öcalan’la nasıl görüşürsünüz, biz size bir daha oy vermeyeceğiz” deyip AK Parti’nin parti binalarını falan taşlamadılar. Son derece suhuletle geçiştirdiler bunu. Ben aynı korku dağlarının Kürt dilinin eğitimde kullanılmasında da etrafı bürüdüğünü düşünüyorum. Yarın Kürtçe ister seçmeli ders olsun, ister tamamiyle eğitim dili olarak kullanılsın bu şekilde bir düzenleme yapıldığında halkın buna da tepki göstermeyeceği kanaatindeyim. Böyle bir tehlike ortada yok. Fakat bunu şu anda gerçekleştirecek bir siyasi irade var mı derseniz, o konuda endişeliyim. Çünkü siyasi irade seçimlere kadar böyle bir adımı atmamayı kendisi açısından daha doğru görecektir. Buna karşılık BDP ise sorunu gündemleştirmek, daha fazla talebin olduğunu gösterebilmek için bu politikayı yükseltecektir.

Peki iki dilli hayata geçilirse ne olur? Türkiye bölünmez mi?

Böyle endişeler özellikle bürokratlarda var. Biz ‘Dil Yarası’ kitabını yazarken Milli Eğitim Bakanlığı bürokratlarıyla da görüştük çeşitli vesilelerle... Bu yargı var. “Kürtçe eğitime izin verilirse milli birliği korumak hayal olur” deniyor. Ben bugüne kadar yasaklamaların toplumsal bütünleşmeye zarar verdiğini ve toplumsal barışı çok ciddi şekilde tahrip ettiğini düşünüyorum. Eğer çok dilli hayat hakkı tanınırsa taleplerinin karşılandığını gören Kürtlerin ülkeye de, bu devlete de daha fazla bağlanacaklarını, sadakat bağlarının daha fazla güçleneceğini düşünüyorum. Çünkü burada bir temel hakkın kullanım talebi var. Bu talebi siz çeşitli gerekçeler öne sürerek engellerseniz, bu ciddi manada bir hak ihlali olur. Hakları ihlal eden bir devletin ise ciddi bir meşruluk sorunu vardır.

Peki İstanbul’da, Mersin’de, İzmir’de de çok Kürt var. Oralarda da iki dilli hayat olur mu? Ben, bu hak talebi sadece bölgede kalmaz diye düşünüyorum...

Haklısınız. Çünkü Kürtler sadece bu bölgede yaşamıyor. Bu konuda esnek modeller geliştirmek lazım. Hem eğitimde hem de kamusal hayatın diğer alanlarında... Varsayalım ki, eğitimde Kürtçe’nin kullanılmasına ilişkin bir düzenleme yapılmış olsun. Bu talep sadece bölgede kalmayacak. Yani İstanbul’daki Kürtler de çocuklarının Kürtçe öğrenmesini isteyeceklerdir. Bu konuda farklı modeller düşünülebilir. Örneğin Diyarbakır’da yaşayan Kürtlerle, İstanbul’da yaşayan Kürtler için farklı modeller öngörülebilir.

Sizce bize en yakın model BASK mı?

Evet. Bu model üzerinde konuşabiliriz. Biz dil konusunu incelerken çok sayıda model olduğunu gördük. Bu modeller ülkelerin hem nüfus yapılarına, hem gelişmişlik ve ekonomik düzeylerine göre farklılıklar gösteriyor.

Dilde ikilik halkları ayırmaz mı?

Ben tam tersini düşünüyorum. Bakın eğer Belçika gibi politika izlerseniz burada sıkıntılar olabilir. Çünkü Belçika şöyle yaptı, tüm ülkede iki dilliliği kabul etmedi. Fransızların yoğun olduğu bölgede sadece Fransızca, diğer bölgelerde sadece Flamanca konuşmayı kabul etti. Sadece Brüksel’de iki dilli bir durum söz konusu. Dolayısıyla birbirlerinden ayrıldılar. Bizim söylediğimiz hususta şu var; hiçbir zaman tek bir dil olmasın. Yani ne hizmetlerin tek başına Kürtçe verildiği bir modeli savunuyoruz ne de eğitimin tek başına Kürtçe verildiği bir modeli... Ben bu modelin, yani kişinin kendi kültürüyle birlikte diğer bir kültürü öğrenmesinin bir ayrılığa değil, bir bütünleşmeye yol açacağını düşünüyorum.

Dil Yarası’nda ne anlatıyorsunuz peki?

Biz bu çalışmada üç sorunun cevabını aramaya çalıştık. Bir; Türkiye’de bugün neden böyle bir sorun var, bunun tarihsel ve hukuki arka planı nedir? İki; bu sorunun varlığı öğrenciler üzerinde nasıl bir tahribata neden oluyor? Ve üç; dünya bu sorunu nasıl çözmüş? Türkiye’de bugün dil sorunu olmasının temel nedeni cumhuriyetin özellikle 1924’ten sonra tamamiyle tek bir kimlik üzerine inşa edilmiş bir millet yaratma projesidir ve dil bunun önemli unsurlarından biridir. 1923’e kadar, Kurtuluş Savaşı boyunca din üzerinden kendisini ifade eden birlik, 1924’ten sonra kendisini dil üzerinden ifade etmiş. Dolayısıyla dilin tekleştirilmesi Cumhuriyetin önemli projelerden biri olmuş ve hukuki yapı da buna ilişkin şekillenmiş.

Peki ya bu sorunun öğrencilerde yarattığı tahribatlar neler?

Birincisi; öğrencilerde iletişimsizlik sorunu var. İkincisi; Türkçe bilmeden hayata başlayan bütün öğrenciler hayata bir sıfır yenik başladıklarını söylüyorlar. Üçüncüsü; Kürtçe konuştukları için okuldaki diğer çocuklar tarafından damgalandıklarını söylüyorlar. Dört; şiddete maruz kaldıklarını söylüyorlar. Beş; dili anlamadıkları için sustuklarını, arka sıralara geçtiklerini ve zili beklediklerini söylüyorlar. Altı; Kürtçe konuşan öğrenciler olması okulda öğrencilerin birbirini ihbar etmesi sonucunu doğuruyor. Yani muhbirciliği... Yedi; diller zamanla yer değiştiriyor. Altı yaşına kadar tek kelime Türkçe bilmeyen çocuk, okula başladıktan sonra Kürtçe’yi zamanla unutuyor ve sadece Türkçe konuşmaya başlıyor. Dolayısıyla ana dili zamanla kendisine yabancı bir dil haline geliyor. Tespitlerimizden biri de okulda ebeveynlerin dertlerini anlatmada, çocuklarının öğrenim düzeylerini öğrenmede çok büyük sıkıntı çektikleri...

Zaten çocuklarına derslerinde yardım edemiyorlar, Türkçe bilmedikleri için...

Evet. Ama daha da ötesi anne gidip çocuğunun durumunu okulda öğretmene soramıyor, tartışamıyor. Ya da bazen çocuk annesinin okula gelmesini istemiyor. Çünkü annesi Türkçe konuşamayacak. Şunu da gördük çalışmamızda; Kürtçe bilenle bilmeyen öğretmen arasında çocuklar açısından büyük bir fark var. Eğer çocuk ve ailesi öğretmenin Kürtçe bildiğinden haberdarsa öğretmene karşı çok daha rahatlar. Dertlerini çok daha rahat anlatabiliyorlar, onunla daha iyi ilişkiye geçebiliyorlar. Öğretmen derste tek kelime Kürtçe bilmese dahi çocuğun öğretmeninin Kürtçe bildiğini bilmesi çocuğu rahatlatyor. Ama Kürtçe bilmeyen öğretmenlerle böyle bir ilişki kuramıyorlar. Aynı şekilde Kürtçe bilmeyen öğretmenler de bundan sıkıntı duyduklarını ifade ettiler. Dolayısıyla bizim o çalışmada temel tezimiz zaten şuydu; hem Kürtçe’nin hem Türkçe’nin öğretildiği iki dilli bir eğitimin olması.

Osman Baydemir de, “3.5 yaşındaki kızım benimle Kürtçe konuşmuyor” dedi

Siz böyle sıkıntılar yaşadınız mı?

Evet. Ben 37 yaşındayım, Diyarbakır’da şehirde doğdum. Dolayısıyla evde Kürtçe’yi, sokakta Türkçe’yi öğrendim. Bir de şu şansım vardı; benden büyük ağabeyim ve ablam lisedeydiler. Onlar bana yardım ettiler. Diğer çocuklara göre daha avantajlı bir konumdaydım. Benim annem ve babam tek kelime Türkçe bilmezdi. Halen de bilmezler. Biz evde Kürtçe konuşuruz. Ama okula gittiğinizde size ideal bir yaşam profili çiziliyor. Siz orada kendi ailenizi görmüyorsunuz. Örneğin, hayat bilgisi dersinde bir aile vardır. Bu aile iki çocukludur, baba gazete okur, anne çocukların derslerine yardım eder. Çok modern giyimli bir annedir bu. Eve gittiğinizde böyle görmüyorsunuz. Anneniz derslerinizle ilgilenemiyor, modern giyimli değil, Türkçe konuşamıyor... Ama okulda size sürekli olarak bu veriliyor. O zaman siz kendi ailenizle aranızda bir yabancılaşma hissediyorsunuz. Mesela ben çocukluğumda veli toplantılarına kesinlikle annemin gelmesini istemezdim. Çünkü annem öğretmene benzemiyor, gelse öğretmenle konuşamayacak ve ben utanacağım, yerin dibine gireceğim diye düşünürdüm. Bu yüzden sürekli ablamın eteğine yapışırdım, “Sen gel!” diye... Çünkü ablam öğretmene daha çok benziyor, onunla konuşabilir. Dolayısıyla size sunulan hayat tarzı ailenizle örtüşmediği için ailenizin sahip olduğu özelliklerden utanmaya başlıyorsunuz ve mahcubiyet duyuyorsunuz. Ama bu sonra şöyle bir travmaya yol açıyor. Üniversiteye gidiyorsunuz, kültürel bilinciniz, ailenizle ilgili hassasiyetiniz gelişiyor, çocukken duymuş olduğunuz o utanç bu sefer sizi yaralamaya başlıyor. “Ben nasıl oldu da böyle yaptım?” diye düşünüyorsunuz. Bu araştırmayı okuyan özellikle 30 yaşın üstündeki arkadaşların söylediği şu; bu araştırmada kendimizi gördük. Çünkü bu hepimizin yaşadığı bir hikâye. Mutlaka iletişimsizlik oluyor, birbirini anlamama oluyor. Bunu en son Osman Baydemir söyledi; “Ben 3.5 yaşına kadar çocuğumla sadece Kürtçe konuştum, ama onu 3.5 yaşında kreşe verdim ve şimdi benimle Kürtçe konuşmayı reddediyor, sadece Türkçe konuşuyor” dedi. Aynısını hepimiz yaşıyoruz. Benim de iki kızım var. Kızlarım, nineleriyle dedeleriyle Kürtçe konuşamıyorlar. Özellikle iletişimsizlik sorunu çok ciddi bir şekilde kendisini gösteriyor. Hepimiz bunu yaşadık. Ama kırsalda yaşayanlar bunu daha ağır yaşadılar. Daha yaralandılar bu süreçte.

DİĞER YENİ YAZILAR